28 Aralık 2009 Pazartesi
24 Aralık 2009 Perşembe
Gözleme Ve Tarassutta Yanlış Adres
mehmetnatik1@gmail.com
İSMET "ÖZEL" OLMAYA KARARLI!
sstirit@msn.com
Görüşlerinin kabul edilip edilmemesinden bağımsız olarak söylediklerine kulak kabartıp, duruşuna kayıtsız kalınamayacak insanlar vardır. İsmet Özel bilhassa şiiriyle; ancak son zamanlarda kimsenin umursamadığı, bilinçli bir isteksizlikle uzak durduğu Türkiye için hayatî önemi haiz konularda fikirleriyle dikkat çekiyor. Değme İslamcıların söyleyemeyecekleri kadar radikal, Türkçülerin cesaret edemeyecekleri kadar rijit çıkışlar yapıyor.. İşin doğrusu, bu yaklaşımları hiçte eğreti durmuyor. Söylenilenlerin sahih ve sahici olması sahibinin kimlerden olduğuyla ve motivasyonuna hangi saiklerin eşlik ettiğiyle sıkı sıkıya irtibatlı..
İsmet Özel katıldığı bir televizyon programında yine "döktürmüş"..
Bu sözler çok tartışılır! | |
HABERTÜRK'te Balçiçek Pamir'le Karşıt Görüş programında bu hafta, Patrik Bartholomeos'un açıklamlarının ardından yeniden gündeme gelen azınlık hakları konuşuldu. 24.12.2009 00:09 | |
![]() Şair İsmet Özel ve Yazar Ahmet Turan Alkan'ın karşı karşıya geldiği programda İsmet özel çok tartışılacak açıklamalar yaptı. İşte Özel'in sözleri: PATRİKHANE BİLE MİLLİ DEVLETE AYKIRI "Ruhban Okulu kapalı kalsın" dersem, ben kimden aferin alacağım; "Açılsın" dersem kimden aferin alacağım, mesele budur. Lozan'da Patrikhanenin Türkiye sınırları dışına çıkması için gayret ettik. Ama başaramadık. Türkiye sınırları içinde değil Ruhban Okulu, Patrikhanenin bulunması bile milli devletimizin işine gelen bir şey değil. Atinalılar hala istanbul'dakinden büyük kilise yapmıyor, hala İstanbul'u kendilerinin sanıyorlar. "Çarmıha gerilmiş hissediyorum" sözü, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yürütülen işlerin bir safhaya geldiğinin göstergesidir. Bizim demokrat olmak gibi bir derdimiz yok. Vatanımızın hangi tehlikeler altında olduğu konusunda kimse ikazda bulunmuyor. MÜSLÜMAN OLMAYAN TÜRK OLAMAZ 1918 yılında Türk Bayrağı'nın altı en emniyetsiz yerdi. İstiklal Harbi verdik, bu topraklarda Türk Bayrağı'nın altı en emniyetli yer haline geldi. 13. asırdan sonra ikinci defa vatanımız oldu. "Burada sadece Müslümanın sözü geçer, Müslümandan başkasına söz hakkı tanımıyoruz" diyerek ikinci defa vatanı elde ettik. Mustafa Kemal 1921'de diyor ki: "Biz demokrat değiliz, biz sosyalist değiliz. Biz bize benzeriz." Bu Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Atatürk biyografisinde var. Müslüman değilseniz Türk olamıyorsunuz. Türk demek Müslüman demektir. Her Müslüman Türk değildir ama her Türk Müslümandır. Bir insan bunun aksini söylüyorsa niyetini keşfetmek lazım. Türkiye Cumhuriyeti bir İslam Cumhuriyeti olarak kuruldu. Türk Bayrağı'nın altının emin bir yer olması için Türk devletinin İslam devleti olması zarureti vardı. "Tehlike atlatıldı" düşüncesi hakim oldu sonra. 1921 yılında açılan Meclis 1923'te neden yenilendi? Vazifede olan Meclis, Lozan Anlaşmasını kabule yanaşmayacaktı. Onlar Lozan'ı kabul edecek bir Meclis elde ettiler. İstiklal Marşımızın şairi ikinci Meclis'te yok. Türkiye Cumhuriyeti'nin şu anda İslam cumhuriyeti olması gerekiyordu, 86 yılımızı feda ettik. 1928 yılında İslam harflerinin değiştiği sene "devletin dini İslamdır" hükmü anayasadan çıkarıldı. "Türkiye Cumhuriyeti'nin dini İslamdır" yazacak olduğu halde "Neden İslam harflerini kaldırdınız?" sorusuna cevap verilemezdi. KİME "GAVUR" DENİR? Türk olmayana gavur denir. Gavurda akıl olsa Müslüman olurdu. NASIL TÜRK OLUNUR? Namaz kılarak. MÜSLÜMAN KOMÜNİST OLMAYACAK DA NE OLACAK! "Önce komünistti, sonra şeriatçı oldu, şimdi Türkçü oldu" diyorlar benim için! Ben hala komünistim. Müslüman, komünist olmayacak da ne olacak! "Bizi aldatan bizden değildir" diyor hadiste. Bundan daha komünistçe ne olabilir. ANADOLU SADECE TÜRKLER'İN VATANI "Ben bir ırka mensubum" diyen insanlar var. Ben ırkçılığın neyini kabul edeyim. Ben ırkçı değilim. Çünkü Türk ırkı yok. Türkiye diye bir ülke var ve bu ülkenin varlığını koruyabilmesi büyük atılımlar yapmasına bağlıdır. Birtakım insanlar bu atılımları imkansızlaştıracak bir yola girmişlerse asla saygıyı hak etmezler. Bu topraklar birilerinin hakimiyet alanı oldu. Greklerin oldu, Romalılar'ın oldu ama bu topraklar sadece Türkler'in vatanı oldu. İsmet Özel'in "Alevilerin sunnileşmesi gerektiği" şeklindeki yorumu da stüdyoda tartışma yarattı |
21 Aralık 2009 Pazartesi
Ah Bu Silahkaran-ı Zabitan
mehmetnatik1@gmail.com
Dış Siyasette Monşer Etkis(izliğ)i
mehmetnatik1@gmail.com
Efendiiim gündemi soğumaya yüz tutmuş bir monşer değinisini daha daha sevgili okuyucularımız ile paylaşalım dedik...
Bu monşer vasıflandırmasından son zamanlarda bir iki emekli hariciye mensubu duydukları rahatsızlığı kendileriyle yapılan röportajlarda dile getirmiş olsalar da bu tanımlama kalıcıdır…"
Taha Kıvanç'ın 11 Aralık 2009 tarihinde yazdığı Washington'dan iki portre başlıklı makaleyi okuyordum.
15 Aralık 2009 Salı
Bürokrasi Nedir Ne değildir...
mehmetnatik1@gmail.com
Gelin bugün bürokrasiden ve bürokratlardan bahsedelim.
Neymiş ne değilmiş.
Bürokrasi nasıl bir şeymiş, bürokrat nasıl bir şeymiş, şey miymiş değil miymiş?...
Efendim Bürokrasi, devletin omurgasıymış.
Devlet mekanizmasının yürüyen bir organizma olmasına nezaret edilmenin ifade ediliş şekliymiş...
Başka ülkelerde nasıldır bilmem amma bizde silahlıya muhabbette korku da dağları sararmış...
Silahlı olanlar kendilerine paşam denilmesinden çok hoşlanırlarmış...
Onlara paşam diyenler hiç eksik olmaz ve genellikle bu iltifatı silahsız ve cübbeli olanlar yaparmış...
Bir de bir kısım siyasiler ve diğer meslek mensupları tabi ki unutmadan söyleyelim...
Monşer diye tabir edilenleri varmış...
Hükümetleri, bakanları ve siyasileri bile istiskal edecek derecede kendilerini kudretli görürlermiş...
Önce mülkiye sonra Türkiye gibi garip bir vecizenin literatürde yer almasına bile kaynaklık edenleri varmış...
Dokunulmazlık zırhı üzelerinde iken sapasağlam olanları zırh üzerlerinden kalkınca hastane köşelerini mesken tutarlarmış...
Hükümet bize müdahale ediyor, bizi siyasallaştırmayın diye bas bas bağıranları varmış...
Cüzdan ile vicdan arasına sıkışanları varmış...
Her ne hikmetse bir siyasiden daha siyasi davrananları çokmuş...
Devlet elden gidiyor sözü bunlardan sadır olmuş...
Durumdan vazife çıkaranların brifinglerine en çok bunlar ilgi gösterirmiş...
Siyasilerin dokunulmazlıkları sürekli tartışılırken kendilerinin dokunulmazlıklarından hiç söz etmezlermiş...
Bulundukları makamlarda hükümet ve meclis üstü tavır çizerlermiş...
Meclisin aldığı kararları hiçe sayan çelişkili kararların altına imza atarlarmış...
Adamına göre muamele ederlermiş...
İcraatlarındaki çelişkilerden hiç rahatsızlık duymazlarmış...
Bürokrasi her ne kadar genel bir anlam olarak devlet memurlarından oluşan yapıyı ifade eden bir terim olsada daha çok makam ve mevki sahibi olanlara atfen kullanılan bir terim olarak literatürde yerini almış.
El yanında sen benimsin ben senin
Tenhalarda düşmanımsın sen benim
-Hakkını verenleri tenzih ederek-
Sözüne ilham kaynaklığı edermiş...
Bürokrasi devleti idare etme sanatıymış.
Bürokrat ise hem idare sanatının hem de yanlış yaptırma sanatının üstadıymış...
Zihniyetine ve algısına göre değişiyormuş.
Asıl hizmetinin halka ve onun menfaatlarına olması gerekliymiş.
Lakin makamlar şahsi çıkarlara göre de şekillenirmiş.
İdeolojik tavır şahsı manevilerinde şekil almış...
Makamın cazibesi şehvet hissini uyandırırmış.
Bu şehvet hissine ve makamın cazibesine kapılan çok olurmuş.
Onun için şuyuu vukuundan beter sözüne istinaden yukarıdaki sözü icadına vesile olmuş...
Arabasını satlığa çıkaran hasbelkader sonradan bürokrat zata arabanızın kilometresi bayağı da düşükmüş fazla kullanmamışsınız sözü üzerine devletimiz sağolsun altımıza araba veriyor sözünü söyletirmiş...
Bürokrasi bürokrata çevre de başka şeyler de değiştirtirmiş....
Hepsi yapmazmış ama bu bazıları için kaçınılmaz bir tavır olurmuş...
Bürokratın mülkisi yaşlı vatandaşa bazen evladım diye hitap edebilirmiş...
Bürokratın mülkisi terörist bir saldırı sonrası devlet dimdik ayakta sözünü sarfedebilirmiş...
Böyle olunca ben devletim diyebilirmiş...
Aslında her halukarda ben devletim dermiş...
Hal böyle olunca devletin ve milletin hizmetkarı olduğunu da unuturmuş...
Makamın diğer tarafında olsaydı hizmet edilmesi gerekenlerden olduğunu unuturmuş...
Makama gelinceye kadar asıl şahsiyetini gizlemeyi makama geldiği zamanda ise gerçek kimliğine bürünerek parmak ısırtma sanatını iyi becerenleri varmış...
VİP salonlarına ilk defa girdiği zaman gördüğü izzet ve ikram sonrası oluşan sarhoşluk makamından ininceye kadar başından gitmezmiş...
Her ne kadar bürokratın siyasi görüşü olmaz dense de ziyadesiyle politize olmanın örneklerini sergilermiş...
Daha da ötesi mensubu olduklarını ifade ettikleri siyasi düşünce muhalefette iken kendileri iktidarı paylaşırlarmış...
Mış ve miş gibi davranmanın en güzel örneğini bunlar sergilermiş...
Sıkı iktidar yanlısı olurlarmış(!)...
Bu hususta herkese parmak ısırtırlarmış...
Öyle inandırıcı olurlarmış ki bu inandırıcılıkları ile yanlış yaptırmanın yanı sıra faturayı da iktidara çıkartmayı iyi becerirlermiş...
Gizemli tavır sergilemeyi severlermiş...
Milli akademilerde güvenlik testinden geçtikten sonra kendilerini bürokrat üstü bürokrat gibi görürlermiş...
Makamdan alınacakları endişesini sürekli sinelerinde taşırlarmış...
En ufak bir alınma endişesi taşıdıklarında üst makamlara aracı üstüne aracı gönderirlermiş...
İstihbarat teşkilatı ve silahlı bürokrasi ile iltisaklı olmayı ayrıcalıklı hal sayarlarmış...
Bunu üstü kapalı olarak her yerde hissettirmeyi marifet sayarlarmış...
Tüyü bitmemiş yetimin hakkı derlermiş ama bu söz en iyi silahları olurmuş...
Hemşehricilik, etnik kimlikçilik, particilik, vesaire bilumum kanallar makamı korumak, kollamak ve buralara gelmek için kullanılırmış...
Bukalemun bile bunların halini görünce şaşar kalırmış...
Her türlü iktidarda makama gelmek için en çok siyasilerin kapısını aşındırırlarmış...
En çok da özellikle onlar aleyhinde konuşurlarmış...
Her şeyin en iyisini onlar bilirmiş...
Ama bunu hep kapalı kapılar ardında dillendirirlermiş...
Bilgisizliklerini örtmenin en iyi yolu olarak her türlü mekanizmayı kullanmayı mübah sayarlarmış...
Gerginlik sanatının üstatları onlarmış...
İş bilenden ziyade emir kulu olanlar ile çalışmayı severlermiş...
Yalan söylemek onlar için ahlaki davranışın ötesi sanat haline gelmiş...
Bizans oyunlarını iyi bilirlermiş...
Bürokrasi ve bürokrat latince kelimelermiş...
Bürokrasi ve bürokrat en başta söylediğimiz gibi bu değildir...
13 Aralık 2009 Pazar
Bir cumhurbaşkanımız var mı!?
sstirit@msn.com
10 Aralık 2009 akşam sularında internet sitelerine bir haber düştü..
"Yasa Tasarısı Mecliste" üst başlığıyla..
ne var bunda.. bütün işi kanun yapmak / çıkartmak olan Meclis için bunun haber değeri n'ola ki..
yine gazetecilerin işgüzarlığı mı yoksa başka bir yeniği olan bit mi diye baktığınızda görüyorsunuz ki kazın ayağı başka..
Neymiş bu yasa tasarısı..
24 maddeden oluşan "Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu Tasarası"
ne var bunda yazıya konu edilecek canım.. elbette cumhurbaşkanının nasıl seçileceği kanunla belirlenmeli.. bu çıkış haklı ama eksik..
cumhurbaşkanının 2007 Ağustos'unda seçildiği gözönünde bulundurulursa geçen 28 ay içerisinde bu düzenlemenin yapılmamış olması hayreti mucip..
bu süre içerisinde Allah afiyetten ayırmasın reis-i cumhura bir şey olsaydı yeni reisimizin nasıl seçileceği belli değil,
ufak bir hatırlatma yapalım, daha düne kadar mevcut reisin görev süresinin 5 mi 7 mi olduğu belirsizdi.. aslında hâlâ belirsiz.. birileri 5 dediği ve pek itiraz edilmediğinden şimdilik 5 yıl olduğu genel kabul gördü; pekâlâ 7 yıl da kabul görebilirdi; nasıl bir ülkede yaşıyoruz..
malum reisin seçiminin kim tarafından yapılacağı hususunda Erkan Mumcu'nun destek vermesinin ön koşulu çerçevesinde ettiği pazarlığın armağanı olarak (belki de tek katkısı!) referanduma gidilmişti de o referandumda oylamaya sunulan maddelerin ne tür teknik maluliyetler içerdiği gerçek hukukçuların bilgisi dahilinde.. bu hükümet yol yapar gibi yasa çıkartıyor. Önce yolu açıyor, sonra gerçek kıvamda asfaltı atıyor.
Gelelim başlığımızın sorusuna
Bu cumhurbaşkanının diğerlerinden bazı farklarının yanında öyle bariz bir farkı var ki evlere şenlik..
Seçildiği dönemde çokça tartışılmış, türbanın köşke çıkıp çıkmayacağı bahislere konu olmuştu. hatta askeri erkan 'başkomutanları'na iyelik eki olmadan hitap etmeyi politikalarının bir gereği sayıp, protokol karşılamalarında koskoca korgeneralin 'sıvışma' girişimlerine şahit olmuştuk. ne komik günlerdi. nedense sonradan emre itaatsizlikten vazgeçti asker..
işin nirengi noktası kanaatimizce cumhurbaşkanı köşkte sadece mesaisini geçirmektedir.. köşkün sahibi olamamıştır, yapmamışlardır, mesaisi olan bir memur gibi işi gereği orada bulunmaktadır. Yatmadığınız yer sizin değildir.
ilk başlarda restore adı altında nasıl olsa unutulur mantığıyla yutturulmuştu köşkte kalamama gerçeği. başarılı da olundu.. yine hafızanıza müracaat edeceğim. Bir önceki dışişleri bakanı Babacan selefi Gül konutu boşaltmadığı için dışişleri konutuna taşınamamış nerede kalacağı konusu olmuştu bir zamanlar..
velhasıl,
genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının ikâmetgâhı olan Çankaya Köşkü sancağın bir tek kendi önünde eğildiği, devletin cisimleşmiş hali cumhurbaşkanına kapalıdır. Köşk Gül için sadece bir 'iş yeri'dir.. iki buçuk yıldır bitmeyen bir restorasyonun kalan iki buçuk yılda da bitirilmeyeceği aşikârdır.
Evinde otur(tul)mayan adama oranın mâliki demem ben..
11 Aralık 2009 Cuma
Ertuğrul Özkök Meğerse Neymiş
"Yine ülke gündemini oluşturmayı başardın. Herkes bizden bahsediyor!!!"
Bir gazetenin genel yayın yönetmeni olarak haberlere ve köşe yazılarına konu olmak farklı bir duygu , nasıl haz duyduğunu hangi kelimelerle ifade edebilirsin ki?
Bak!!! Başında bulunduğun gazete Amiral Gemisi olarak anılıyor.
Başbakan bile seni muhatap almak zorunda kalıyor ve sana cevap veriyor dolaylı da olsa…
Kahretsin nasıl bir duygu bu yaaa?
Şu haline bir bak nereden nereye geldin ?
70’li yıllarda edebiyat ve kültür dergilerine yazı yazardın?
Üniversitede yolun SBF ’ye düştü. Basın Yayın Yüksek Okulunda okudun.
Siyasi hırsların vardı.
Paris ’te doktor yaptın…
Doçent doktordun bazıları gibi adının önüne bunu koymasan da laf aramızda halen öylesin bu halinle gedikli Doç . Dr Mukbil Özyörük’ü hatırlatmıyor değilsin ama boş ver kim takar ki?
Ve Hacettepe Üniversitesi `nde sosyoloji ve kitle iletişimi dersleri verdin.
Dönemin Başbakanı ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit `in danışmanıydın. CHP `nin seçim ve eğitim çalışmalarından sorumluydun. İnanılmaz di mi? Ama gerçek!!!
O yıllarda sık sık Çankaya `daki evinde verdiğin partilerde arkadaşlarınla buluşurdun. Sıkı danslar yapılırdı.
Eğlenmeyi severdin.
Mutfağa, Tansu `nun yerine girdiğin de olurdu ve bayağı egzantrik soslar yapardın.
Ah nostalji ah şimdi geride kaldı o günler!!
Artık zevk portföyün laf aramızda bayağı değişti…
Ecevit `in 1979 sonbaharındaki ara seçim öncesinde hazırlattığı 100 soruluk eğitim kitabını kaleme alanlardan biriydin. Türkiye `de yokluklar dönemiydi. Kitabın sloganını sen bulmuştun: ‘‘Zor günleri halkla beraber aşacağız ...’’
Halk dediğin kim sahi?
Bugün bize çoğunluk zorbalığını dayatanlar mı?
Hıh gülerim hallerine!!!
Müzik beğenin bile bugün kapıldığın türden popüler şeylere itibar gösteren bir çizgide değildi. Pink Floyd ve Rolling Stones dinlerdin.
İnanmayacaklar ama 1980`lerin başlarıydı. Bir akşam evdeki danslı bir partide gece geç saatte kapı çaldı. Biz herhalde komşular gürültü nedeniyle kapıya dayanmışlardır diye düşünüyorduk ki, kapıdaki adam ertesi günkü Hürriyet gazetesini bıraktı. ArkadaşlarımHürriyet üst yönetimine danışman olduğumu öğrendiler o akşam. Ne hoş değil mi???
Her yere zaten önce danışman kimliği ile ayak basmadın mı?. Danışmanlık ki, seni sonraları önce Hürriyet koordinatörlüğüne, ardından Ankara Temsilciliği `ne ve sonra da Genel Yayın Yönetmenliği `ne taşıdı.
İş burada da bitmedi. Hürriyet `in İcra Kurulu Başkanlığı `nı da üstlendin, son olarak Doğan Yayın Grubu Başkan Yardımcılığı `na geldin.
O gece eve bırakılan taşra baskısının siyasi hırsları olan bu sıradan öğretim üyesinin bütün hayat çizgisini değiştirip, onu bugünkü konumuna taşıyacağını söyleseler, vallahi inanmazdım.
Helal olsun bana…
Laf aramızda azizim ben de inanmazdım. Görüyor musun neler oluyor şu hayatta? (Bu söz aynanın karşısında kendi kendine konuşan kişiye ait değildir biline… Yazar ironi yaptı)Aradan geçen onca yıldan sonra çok geliştin çok…
Müthiş yazıların ve manşetlerin altında imzan var…
Tek kişilik ordu gibisin biraz don kişotvari ama olsun… No problem…
Sosyoloji ve kitle iletişim dersleri bayağı işe yaramış diyeceğim ama bir gariplik var.
Kendini bugün azınlık olarak tanımladığın bir sınıfa yerleştirdin.
Sharon Stone ’la aynı karedeki görüntünü aklına getir rahatla biraz…
Kral Hüseyin ’in ölümü üzerine taziyeye giden dönemin başbakanının ardında ülke siyasetinde ikinci adam görüntüsü vermen unutulmaz bir fragmandı hatırladın mı?.
Gerçi işlerini eskiden perde arkasından ve başkaları eliyle hallederdin…
Ne oldu sana böyle???
Eskiden yaptığım çorbaya pardon attırdığım manşetlere katkı sağlamak için koşanlar olurdu…
Şimdi ne oldu ki?
Akademi çevreleri ve yargı mensupları ile bir takım STK ’lar mı?
Hadi canım sen de…
Yahu bilmez gibi davranıyorsun.
Onların tek başlarına hareket ettikleri nerede görülmüş?
Onlar oluşturulacak olan bir koronun en çok ses çıkaran yerine her zaman yerleştirilmişlerdir bunu bilmiyormuş gibi davranma Allah aşkına!!!
Çok sakin bir ruh hali sergilemeye çalışıyorsun ama yazıların hiç öyle değil?
Hırçınlığını artık satır aralarında bile gizleyemiyorsun…
“Bakın biz Hürriyet ’te günlerdir, ne ordudan söz ettik.
Ne Anayasa Mahkemesi ’nden ne de AKP ’nin kapatılmasından. Sivil siyaset dışında hiçbir adrese mektup yazmadık.
Kurumları etkilemeye kalkışmadık.
Tartışanlar kimlerdir?
Ülkenin sivil siyasetçileri, aydınlar ve medyası.
Herkes istediğini söylüyor.” gibisinden bir dizi cümleyi kullanmış bir yazında…
Nasıl yaptın bunu anlamadım… Aklıma gelenlere bak sen!!!
Bu cümlelerinden eskiden kurumları etkilediğimiz anlamı mı çıkıyor?
Eskiden bazı adreslere mektup mu yazıyorduk…
Ordudan söz etmedik derken her halde şu Karadeniz Bölgesinin güzide ili ORDU ’dan bahsetmedim değil mi?
Gizli itiraf gibi geldi bu yazdıklarım… Aman boş ver kim anlayacak ki???!!!
Yoksa bazı kurumlar 28 Şubat sürecinde olduğu gibi manipüle edildiklerinin farkına mı vardılar.
Balık hafızası nasıl bir şey acaba?
Balık hafızası, söylenegeldiği üzere bir konuyu çok kısa sürede hızla unutmak diyorlar ama?
Rahatla biraz… Arkana bakmamak en iyisi…Gazeteci olup da gazetecilere bu kadar malzeme olmak her babayiğidin harcı değildir.
Patronun işi ayrı gazetecilik ayrı seni eleştirenler seni yanlış anlıyorlar.
Sen ve mensup olduğun grupla ilgili yazılanlara bakma sen iyi gidiyorsunuz…
Bak sabah yeni bir güne uyanacaksın uykunu kabusa çevirme!!!
Müthişsin sen müthiş!!!
Az bulunur bir üsluba sahipsin!!!!
Meyve veren ağacı taşlarlar aslanım bunu bilmiyor musun???
Hadi Ertuğrul yarın ve sonraki günler de zorlu olacak… Enerjik olmalısın.. Dinlenmeye ihtiyacın var…
cafesiyaset.com (özel)
2008-02-16 Cafe Siyaset
7 Aralık 2009 Pazartesi
Bizde Bu İşler Böyle Olur Çelebi
mehmetnatik1@gmail.com
‘Köşe yazarları, siz ne kadar az yazarsanız ülke o kadar huzur bulur.’
Sayın Başbakan'ın bu sözü ülke gündeminde yeni bir tartışmanın alevlenmesine sebep oldu...
Bu söz akıldaneliğini seven gazeteci taifesinden bir zat-ı muhteremin bir köşe yazısında ülkemiz siyasetçilerine verdiği akıl kırpıntılarına cevaben söylenmiş bir söz olduğunu gösteriyor.
Sayın Başbakan cevap verme ihtiyacı hissetmiş besbelli...
Bir konuşmanın içerisinde kısa ve öz olarak bir cümle ile geçiştirilecek bir şey değil ama söz ağızdan çıkmış bir kere...
Kaldı ki bu cevabı başbakanın vermesi de gerekmezdi ama ne yaparsınız siyasi iradelere lojistik destek sağlayan yan mekanizmalar gereğini tam yerine getirmekten aciz kalıyor ve kendilerinin söylemeleri gereken sözleri başbakanın ağzından söyleterek gereksiz polemiklerin içine atıveriyorlar ülkeyi yönetenleri...
İş mi bu?
Evet iş işte şekilde görüldüğü gibi...
Sonra gelsin polemikler...
Kuyuya atılan taş misali...
Sahi kuyuya taşı kim atıyor???
Bunu araştırmak ayrı bir yazı ve polemik konusu olur geçelim...
Geçelim geçelim de geçilmeyecek şeyler var...
Bizde herkes herkesin işini herkesten daha iyi bilir...
Hele siyaseti siyesetçiden daha iyi bilenlerden geçilmez ortalık...
Onların başını da gazeteci taifesinin mütareke basını mahallesinde oturanlar çeker...
Vatan kurtaran semtinin beyaz kısmında otururlar halkın deyimiyle talkın verirler...
İbrikçibaşı bile ellerine su dökemez...
Tek Parti despotizminin hüküm sürdüğü yıllarda ellerindeki değnekler -kalem diyecektik dilimiz sürçtü- muhalif diye gözlerine kestirdiklerinin kafalarının üstünde gezinir dururdu...
Kılıç gibi kullanırlardı kalemlerini...
Şimdi devir değişti klavyeleri kullanmaya çalışıyorlar...
Hoş eskiden ses getiriyorlardı...
Hizaya çekmiyor da değillerdi...
Uzun uzun anlatmaya ne gerek var bilenler biliyor...
Yan da çoktu yandaş da...
Babıali-i tek parti döneminde iken kalemler başka yazardı...
Kalemlerden şak şak diye ses çıkardı...
Niye çünkü tek bir yerden emir alırlar, emirle yazar, emir ile demir keserlerdi...
Sesleri de emir aldıkları yerlere ulaştırır habercilikle, muhabirlikle muhbirliği birbirine karıştırırlar milletin ekmeğine kan doğrarlardı...
Bu kan doğrama işi en iyi yaptıkları iştir ve halen yapmaya devam ediyorlar...
Basının yargısız infazlarını kimse unutmuş değil ve unutmasın...
Bunlar güç bela yayınlatılan tekzip metinlerini bile ırzına geçtikten sonra yayınlarlar ve örneği çoktur...
Sesini duyuramayanlar ise kendi ateşi ile yanmaktan öteye gidemez... Atı alan Üsküdarı geçmiştir...
Babıali-i çok parti döneminde ise emir aldıkları mekanizmalar sistem dışına kaymaya başlayınca sistem dışına kayanlar suyun başında durmaya devam ettikleri için kimi zaman mahallenin yaramaz çocuğu gibi ortalığı karıştırdılar kimi zaman ise büyük abinin goygoycuları gibi ona elini sürme buna dokunma, herşeye burnunu sokma, sen bunları bilmezsin sana söylenenlerin dışına çıkma döverler ha şeklinde hizalama vazifesi üstlendiler...
Allah var yangına körükle gitmeyi pek sevdikleri için sahipleri ile beraber ülkenin yangın yerine dönmesinde katkıları unutulmaz...
Darbe dönemlerinde darbecilere en güçlü alkış kalem tutan bu ellere aittir... Öyleki kalemlerinden çıkan ses iki elin birbirini patlatırcasına çıkardığı sesten daha gür olmuştur...
Şimdilerde ise siyasette ve diğer camialardaki işbirlikçileri ile hadi daha ne duruyorsunuz ne yapacaksanız yapın ülke -pardon- rant elden gidiyor kıvamından ve zayıfladıkça bir işi beceremediniz eskiyi mumla aratıyorsunuz eliniz çok korkak olmuş kıvamına gelen bir haleti ruhiyeye bürünür bir hal aldılar...
Eski şaşaalı günleri mumla aramaktan korkuyorlar.... Ayaklar(!) baş oldu diyorlar...
Hem tek parti döneminde demir perde ülkesi olmamız hem de çok partili dönemde demir perde ülkesi gibi yönetilmeye devam etmemizdeki katkıları da unutulmaz...
Allah'tan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldı da yeryüzünde hükmünü sürdüren tek demir perde ülkesi olduğumuzun farkına vardık...
Vardık da ne oldu???
Yıllar içinde Babıali basını İkitelli Medyasına dönüştü ve üst perdeden kafaların üstünden eksik olmayan değnek ve kılıç gibi kesen kalemler gardları düşse de tokat gibi halkın ve siyasetçinin bu sefer ensesinde gezinmeye devam etti...
Lakin köprünün altından sürekli akan bir su var...
Çark eskisi gibi dönmüyor...
Artık herşey kolayına gizlenmiyor... Hiçbir şey eskisi gibi gizlenmiyor... Yanıltma ve yarma operasyonlarını ve zokaları kimse kolay kolay yutmuyor...
Ayan beyan halkın gözü önünde cereyan ediyor olaylar...
Bu durumda ne yapacaklar nasihat verecekler, akıl(!) verecekler, anlamsız tartışmaların içine çekecekler...
Polemik yapacaklar polemik...
Şu anda yaptıkları da polemik...
Polemik ile gündem oluşturuyorlar...
Ama haklarını vermek lazım bunu çok iyi yapıyorlar...
Bırakın bunu da yapsınlar ellerinde kullanabildikleri en iyi malzeme bu...
Gerçi bunların sağı solu belli olmaz....
Yüz oyun bilip de bazılarını saklayan güreşçi gibi yarın kalemlerine neyi dolayacakları belli olmaz...
İkitelliye malzeme sağlayan kaynak çok....
Eeee malzeme sağlayan malzemeci ne kadar çok olursa İkitelli Medyası da oyunu o kadar çok uzatır...
Ülke ekonomisini ayakta tutan vergiyi kaçırdı diye maliyecilerin haklarında rapor düzenleyip de işlem başlattıkları bir medyayı da içinde barındıran bir yapı ile karşı karşıyayız...
Sıradan insanlardan söz etmiyoruz...
Düşünsenize milletin gözünün içine baka baka yanıltma ve karartma operasyonları gırla gidiyor...
Kendileri bile inandırıcılıklarını yitirdiklerine inandıktan sonra kim inanır onlara...
Eğer farkına varmamışlarsa bu da iyi....
Eğer öyleyse aman inandırıcılıklarını kaybettiklerinin farkına varmasınlar...
Anneleri onların halen gazetecilik yaptığını sansın...
Kendileri de...
5 Aralık 2009 Cumartesi
İSMET ÖZEL NÖBETİ BIRAKMIYOR!
alintiyazi@gmail.com
Neredeyizim
Bir mısraında “Bana soru sor artık/ beni kurtarma, konuştur” diyen "Özel Şair" kurtarıcı aramak yerine soru sormaya, sorulara cevap bulmaya ve cevaplardan yeni sorular ve sorun alanları oluşturmaya; son yıllarda özellikle “Türklük” kavramına yeni boyut ve derinlikler katmaya, kazandırmaya yoğunlaşmış gözüküyor.
Her ne kadar bir gazete köşesinde yazmaya 04 Ağustos 2003 tarihinde son verse de “serpilmeye” ve “coşturmaya” devam ediyor. Son zamanlarda yazdığı şiirlerinin kalitesi eskilerinin çok uzağında gözükmekle beraber yaptığı konuşma ve yazılarında uyku tutmaz/bilmez nöbetçiliğini sürdürüyor.

İsmet Özel her ay bir tanesinin tedavüle çıktığı kitapların her birine ayrı ayrı Ön söz yazıyor. Biz serinin üçüncü kitabı olan “Neredeyizm”e yazdığı Ön Söz’ü buraya alıntıladık.
Neredeyizim*

Kolayca soru sorma aşamasına gelinebildiği hissine kapılmayın. Bilin ki sorular zamanı, zaman soruları gerektiriyor. Her şeyi, her yerde , her zaman soramıyoruz. Soru sorabilecek hale gelmemizin şartlarını sıraya sokarsak meramımızı anlatmada bir kolaylık ele geçirebiliriz belki. Madde bir: Nerede olduğumuz nasıl olduğumuzun türevidir. “Nasıllığımız” doğurgandır veya kısırdır. Madde iki: Şuura varmak uyanmayla mümkündür; uyanmaya uyanma diyebilmemiz ancak şuur edinmemizin akabindedir. Nerede olduğumuza dair merak, ancak uyandığımız zaman, uyandırıldığımız zaman içimizde doğar, içimize doğar. Elbet bir ihtimal daha var, o da, madde üç: Bize nerede olduğumuz sorusundan uzak duralım diye sihir yapılmış da olabilir. Böylesi bir hal karmaşıktır. Bilgilenmemiz için bilinçli olmaya adeta mahkum, bilince varmak için de bilgilerden istifade etmeye mecbur oluruz. İçinde yer aldığımız mekânı üzerimizdeki büyü kaldırılmadan sorgulamak altından kalkabileceğimiz iş değil.
Rüyalarını bize anlatanlar: “Filânca yerdeymişiz” der; ama nerede olunduğundan pek emin değildir. Zira, sözlerinin devamında: “Sonra orası falanca yer oluyor” diyecektir. Hep biliriz ki, rüyalarda mekânı dünyevi kıstaslarla ölçemeyeceğizdir. Bununla birlikte rüyalarda şahsımız ve mekânımız yek diğeriyle örtüşür, yani rüyalarda hep nerede olmamız gerekiyorsa oradayızdır. Rüyada yer yadırganmaz. “Yerimizi yadırgamak” dünyevîliğimizin, dünyevîlik bilincimizin bir nişanesidir. Dünyadaki yerini yadırgayan her kim olursa olsun, ahret hissine yabancı kalamaz. Tersi daha doğru: Dünyada yerini yadırgamayan her kim ise, o, ahret hissine bütünüyle yabancı kalır. Yaşıyor isek, hayatiyet sahibi isek, dünyanın veya ahretin yabancısı olma şartı altında yaşıyoruzdur; üçüncü bir şık yoktur.
Neredeyiz? Bizler, dünyada ne kadar insan varsa, hepimiz bir çok sebepten ötürü; ama bilhassa şerefimizi taşıyabilmemiz için, bir birimize bu suali açmamız gerekiyor. Eğer kendisine bu suali açabileceğimiz bir diğer insan bulamadıysak; ifadeyi değiştirmeye mecbur kalırız: Neredeyim? Teker teker her birimizin kendine bu suali kendine gelmek, kendinde kalmak için açması gerekiyor. Aklımı başıma devşirebilmek kastıyla her iki suali birleştirdim. Ben her iki suali birleştirmekten başka çare bulamadım. Çünkü ne ‘biz’in kimlerden teşekkül ettiği bellidir, ne de ‘biz’de yer alacak kimselerin ne idüğü belirgindir. Meydana gelen alışıma “Neredeyizim” adını verdim. Yakışıklı oldu. Bir ideologi adı çağrışımı var onda.
Kısacık ömrümüzde “ben” olarak adlandırdığımız bir şeyden haberdarızdır. “Benimiz” diye bildiğimiz şey bedenimizin hiçbir, “kellemiz” de dahil olmak üzere, bedenimizin hiçbir parçası değildir. Bunu kabul etmek gayet kolay; ama “benimiz”, bedenimizin bütünü, tamamı da değildir. Çünkü benimiz, bedenimize sıkışıp kalmamış; bütün ömrümüze yayılmıştır. Ruh ve madde birliği de “ben” dediğimizi izaha kâfi gelmez. Her “ben”, bir ömürdür. Fertlerin de, milletlerin de bir ömrü vardır. Yaşadığına şahit olunan fertler de, milletler de ömürlerinin bir yerindedirler. Hem, Neredeyim?, hem de Neredeyiz? Sorusu uykudan kalkmışlık belirtisidir.
Bir kez nerede olduğumuzu sorduysak, bir yaşanmışlığı itiraf etmekle kalmayız; aynı zamanda yaşanmışlığın ürün olarak, “ben”i, “biz”i verdiğini kabul ile ihata edilmiş oluruz. “Ben” ve/veya “biz” tarihin muhitidir. Uyku, narkoz veya büyü sebebiyle, herhangi bir milletin, bu arada Türk milletinin tarihini hepimize yutturabilirler. Bu yutturmacanın en parlak afirmasyonu tarihi yapmak ve yazmak ifadelerinde gizlidir. Uyanma fırsatı tarihin yapılmadığını ve yazılmadığını anlama fırsatı demektir . Tarih yapılmıyor ve yazılmıyorsa, ne oluyor? Uyanış bize öğretiyor ki, tarihe giriliyor ve tarihten çıkılıyor. Çünkü tarih insanların icat ve imal ettikleri bir şey değil. İnsanlar “tarihlendirme” hevesine kapılabilir; ama tarihin, ne ile olursa olsun, bir şeyle tahdit edilmesi faaliyetine insanın takati yetmez.
Toplum veya kavim olarak da, tüm insanlık olarak da elimizde kendi tarihimizin mahsulünü bulunduramayız. Bilakis, mahsul olan biziz. Biz tarihin ürünüyüz ve tarihin elindeyiz. Bu anlamda bir “Türk tarihi” safsatadan ibarettir. Esas olan tarihe mahsus Türk’tür, dikkate değer olan tarihin Türk’ü, sahiciliğine kanaat getirdiğimiz Türk, tarihle anlama kavuşmuş olan Türk’tür. Türk nedir? Bu suale cevap verip tarihi anlayamazsın. Tarih nedir? Bu suale cevap verebilirsen; Türk’ü anlaman gayet kolaydır. Şu ki, Türk tarifinden hareketle tarihî bir kavrayışa ulaşmanın imkânı yoktur. Mümkünat dahilinde olan tarihî bir kavrayışa sahip olduktan sonra Türk’ün yerini tespittir. Kıyafet hakkında bir fikrin olmadan neyin Türk’e yakıştığını bilemezsin.
Türk tarihe İslâm’ın kılıcı olarak girince, zenginiyle fakiriyle, Latiniyle Cermeniyle, Avrupalıları Haçlı Seferleri için heyecana getirmenin en mukni bahanesi bulunmuş oldu. 1918 yılında Birinci Cihan harbi sona erince Avrupalı başka bir bahaneyi, Türk’ü tarihten silmenin bahanesini ele geçirdi. Neredeyim? Yukarıda zikrettiğim iki bahanenin arasındayım. Neredeyiz? Yukarıdaki iki bahaneyi zikre değer buluyorsak, bunların birer bahane olduğunu zikredenler arasındayız.
Biz Türkler 1914-1918 yıllarında cereyan eden savaşa Cihan Harbi dediğimiz gibi, “seferberlik” de deriz. Çünkü biz Türkler tarihten silinme tehlikesi karşısında seferber olduk.
Tarihten silinme tehlikesi karşısında olan Ermeniler, Grekler, Yahudiler, Çerkezler, Arnavutlar, Araplar, Kürtler değildi. Biz Türkler seferber olduk ve çabalarımız hayrımıza sonuç vermedi; başarısızlığa uğradık. Başarısızlığa uğramış olmamız tarihten silinmekle neticelenmeli değil miydi? Uykuda olduğumuz için tarihten silindiğimizin farkında mı değiliz? İstiklâl Harbi vermiş olmamız tarihteki yerimizi koruduğumuzu ispat etmiyor mu?
Neredeyizim?
*İsmet Özel, Rasathane, 23 Eylül 2009
30 Kasım 2009 Pazartesi
Kutlama
29 Kasım 2009 Pazar
Karartmacıların Eli İzmir'e Uzandı
mehmetnatik1@gmail.com
Ege'nin İncisi Şirin İzmir...
28 Kasım 2009 Cumartesi
26 Kasım 2009 Perşembe
Toplumun Sac Ayakları
mehmetnatik1@gmail.com
Blog'umuza alıntıladığımız Ahmet Altan'ın yazısı bana yıllar önce bir gazeteci arkadaşım ile yaptığımız bir sohbeti hatırlattı.
25 Kasım 2009 Çarşamba
Dersim Meselesinde Şecaat Arzetmek
mehmetnatik1@gmail.com
CHP Genel Başkanının çizdiği tabloya ve oluşturduğu görüntüye bakar mısınız?
Yine o meşhur hamaset ve şecaat duygusuyla yüklü ses tonunu kullanarak dün haftalık grup toplantısı konuşmalarından birisini daha yaptı.
Çizdiği performans müthiş...
Yaşından umulmayacak bir cevvallik ve ataklık söz konusu...
Allah nazardan saklasın.
Allah onu CHP'nin başından eksik etmesin...
İyi ki var...
Allah uzun uzun ömürler versin...
Yaptıkları konuşmada malum üzere parti başkanları bir çok konuya değinirler... Kimisi gündeme dairdir. Kimisi de gündem oluşsun diye ifade edilen meselelerdir...
Biz konuşmanın satır başlarından bir tanesine değineceğiz...
Zira bu konu kanayan yaraları sarmak üzere oluşturulan bir projenin üzerine hışımla giderken kötü bir örneklemeyle başka bir yarayı derinlemesine kanatarak çetrefilli bir pozisyonla yaptıkları hatayı düzeltmek için hata üzerine hata yapan CHP temsilcisi, eski dışişleri bürokratı, eskiden de dokunulmaz, şimdi de dokunulmaz Bay Onur Öymen'ın TBMM Genel Kurulu kürsüsünde anaların ağlamasını eleştirirken Dersim Meselesini diline dolamasıyla başladı...
Zaten adrenalinin her zaman yüksek olduğu ülkemizde gündem içinde gündem oluştu...
Tam bir sarmal çık işin içinden çıkabilirsen.
Siz kalkın anaları ağlatın, Kanayan yaraların sarılmasına karşı çıkarken kabuk bağlamış yaraları kanatın. İsyan olduğu bile şüpheli olan bir meselede düştüğünüz zor durumdan çıkmak için meseleyi gündemden düşüreyim derken farklı ithamlarla gündemi sıcak tutmaya devam edin...
Şuna bakar mısınız?
Baskın çıkmak için Bay Baykal:
"Türkiye Dersim'i konuşuyor. Sadece Dersim değil ki. Yozgat'ta, Bolu'da isyanlar var, bir sürü isyanlar var. Bu durum kimliğe saldırı, etnik saldırı olarak düşünülmemeli.
Herkes kendi konumunu korumaya çalışıyor, otoritesini korumaya çalışıyor. Kolay bir dönüşüm değil. Yüzyıllık alışkanlıklar var. Bunları kimse bir mezhep tartışmasının, kimlik tartışmasının içine sürüklemeye kalkmasın. Olay bu değil. Başbakan ve başkalarının kullanmaya çalıştığı bu olay öyle değildir.
El Beşir'in 300 bin kişiyi öldürme katliamına "katliam" değildir diyen sen nasıl olur da, 62 yıl önce yaşanmış yüreğimizi kanatan o acı olaylar için böyle demeyi, bu sözleri nasıl içine, beynine, yüreğine sindirebilirsin. Ayıp olan bu. Yanlış olan bu.
Aleviler'den sana hayır yok, başka kapıya Başbakan.
Üzüntü verici olan bir Başbakan'ın bu manzara içinde olmasıdır. Kendisini buna layık görebilmiş olmasıdır. Biz acılarımızı yüreklerimize gömüyoruz. Aleviler bir günden bir güne böyle bir istismarın içine girdiler mi? Onlar incinsen de incitme diyor.
Bunu milletimiz gördü. Bu kampanyaya aklı başında kimse alet olmayacaktır. Biz bu konuda yıllardır samimiyetimizi ortaya koymuşuz. Hiçbir sarsılmayı kırılmayı gerçekleştiremeyecektir. Hz. Muhammed'i Hz. Ali'den ayırmak mümkün değildir. Hz. Ali'yi Mustafa Kemal'dan ayırmak mümkün değildir.
Bu beraberlik Türkiye'nin temelidir. Bu zinciri kimsenin kırması mümkün değildir.
Bunları yaşadık, bu üzüntüleri hep birlikte yaşadık. Milletimiz bunları en doğru şekikde değerlendirecek, değerlendiriyor. Böyle oyunların daima CHP'ye yönelik olarak sıkıştıkları zaman tezgahladıklarını biliyoruz. Kimse merak etmesin, bize zarar veremeyecektir.
Başbakan'a sorumluluğunu idrak etmeyi tavsiye ediyorum. Çok yanlış söylemlerin içine düştü. Bu olayların içinde yer alan insanları kahramanmış gibi göstermeye çalıştı. Sıkışınca CHP'ye saldırdı. Demek ki Başbakan'ın sıkıştığı zaman gözden çıkaramayacağı hiçbir değer yoktur." diyor.
Hadi çık işin içinden!!!?
Birbirinden kötü benzetmeler ve yakıştırmalarla dolu bir hamaset kervanı...
Neresine el atacaksınız ki???
Aklı sıra baskın basanındır mantığı ile hareket etmeye çalışıyor.
Ama aması var... Kontrolü kaybediyor...
Bütünleşme projesini hayata geçirmeye çalışanlar sanki Dersim'de de anaların ağladığı söylediler.
Oynamam diyen de, oyunbozan da, sui emsal ile ortalığı karıştıran da, şecaat arzederken kendi kendini topuğundan vuran da, sonrası gelişmelerde suçlayıcı pozisyona giren de her türlü meseleyi kendi çıkarları adına kullanan da aynı zihniyet...
Bu zihniyetin devam etmesinin şöyle bir faydasını bu ve gelecek kuşaklar görmeye başlayacak galiba....
Tartışılamayan konuların tartışılmasını sağlıyor bu zihniyetin yeni dönem temsilcileri...
Öyle ya hiç bir yanlışın milletin gözünden kaçmaması lazım.
Ders verenler ders vermeye devam ediyorlar...