5 Aralık 2009 Cumartesi

İSMET ÖZEL NÖBETİ BIRAKMIYOR!

alıntı yazılar
alintiyazi@gmail.com

Neredeyizim

Bir mısraında “Bana soru sor artık/ beni kurtarma, konuştur” diyen "Özel Şair" kurtarıcı aramak yerine soru sormaya, sorulara cevap bulmaya ve cevaplardan yeni sorular ve sorun alanları oluşturmaya; son yıllarda özellikle “Türklük” kavramına yeni boyut ve derinlikler katmaya, kazandırmaya yoğunlaşmış gözüküyor.

Her ne kadar bir gazete köşesinde yazmaya 04 Ağustos 2003 tarihinde son verse de “serpilmeye” ve “coşturmaya” devam ediyor. Son zamanlarda yazdığı şiirlerinin kalitesi eskilerinin çok uzağında gözükmekle beraber yaptığı konuşma ve yazılarında uyku tutmaz/bilmez nöbetçiliğini sürdürüyor.

Şûle Yayınları, İsmet Özel’in 1970-80’li yıllarda Yeni Devir gazetesinde yazdığı köşe yazılarını –belli ki İsmet Özel’in seçkisi olarak- “Şairin Devriye Nöbeti” üst başlığıyla yayımlamaktadır. Bunlardan ilki Ağustos 2009’da Şairin Devriye Nöbeti-1: Tok Kurda Puslu Hava, ikincisi Eylül 2009’da Şairin Devriye Nöbeti-2: Bileşenleriyle Basit, üçüncüsü Ekim 2009’da Şairin Devriye Nöbeti-3: Neredeyizim, dördüncüsü Kasım 2009’da Şairin Devriye Nöbeti-4: Ebrulî Külâh isimleriyle okuyucunun dikkatine getirildi.

İsmet Özel her ay bir tanesinin tedavüle çıktığı kitapların her birine ayrı ayrı Ön söz yazıyor. Biz serinin üçüncü kitabı olan “Neredeyizm”e yazdığı Ön Söz’ü buraya alıntıladık.


Neredeyizim*


Dünya hayatı olarak bildiğimiz ilişkiler yumağı bize kendiliğinden bir bilme gücü takdim etmez. Etmedi, etmiyor, etmeyecek. Oysa alışkanlıklar zinciri uyarınca yaşamak bize olağan gelir, tabiî görünür. Uykudayızdır veya narkoz altında. Ya kendi isteğimize bağlı, kendi girişimimizin sonucu olarak uyumuş veya başkalarının marifetiyle uyutulmuşuzdur. İşte bu durumlarda, şuurumuzun askıya alındığı böyle durumlarda, kendimize “Neredeyim?” sualini açamayız. Kendimizi “Neredeyim?” sualine açabilmemiz için uykululuk halini terk etmemiz zarureti vardır. Rüyamızda ne olmuştu? Rüya hakkında konuşma imkânı bize sadece sona ermiş bir rüya dolayısıyla bahşedilir. Acaba niçin rüya gördüm? Bir sual sormanın , bir suale açılmanın bahse konu edilebilmesi için “insan” adını taşıyan varlığa onun bir canlı türü oluşu sebebiyle değil; kendine mahsus şekle kavuşmak için zamana muhtaç bir vakıa oluşu sebebiyle işaret ederiz. İnsana kendimizi o kategoriye koymak isteğiyle işaret ederiz.

Kolayca soru sorma aşamasına gelinebildiği hissine kapılmayın. Bilin ki sorular zamanı, zaman soruları gerektiriyor. Her şeyi, her yerde , her zaman soramıyoruz. Soru sorabilecek hale gelmemizin şartlarını sıraya sokarsak meramımızı anlatmada bir kolaylık ele geçirebiliriz belki. Madde bir: Nerede olduğumuz nasıl olduğumuzun türevidir. “Nasıllığımız” doğurgandır veya kısırdır. Madde iki: Şuura varmak uyanmayla mümkündür; uyanmaya uyanma diyebilmemiz ancak şuur edinmemizin akabindedir. Nerede olduğumuza dair merak, ancak uyandığımız zaman, uyandırıldığımız zaman içimizde doğar, içimize doğar. Elbet bir ihtimal daha var, o da, madde üç: Bize nerede olduğumuz sorusundan uzak duralım diye sihir yapılmış da olabilir. Böylesi bir hal karmaşıktır. Bilgilenmemiz için bilinçli olmaya adeta mahkum, bilince varmak için de bilgilerden istifade etmeye mecbur oluruz. İçinde yer aldığımız mekânı üzerimizdeki büyü kaldırılmadan sorgulamak altından kalkabileceğimiz iş değil.

Rüyalarını bize anlatanlar: “Filânca yerdeymişiz” der; ama nerede olunduğundan pek emin değildir. Zira, sözlerinin devamında: “Sonra orası falanca yer oluyor” diyecektir. Hep biliriz ki, rüyalarda mekânı dünyevi kıstaslarla ölçemeyeceğizdir. Bununla birlikte rüyalarda şahsımız ve mekânımız yek diğeriyle örtüşür, yani rüyalarda hep nerede olmamız gerekiyorsa oradayızdır. Rüyada yer yadırganmaz. “Yerimizi yadırgamak” dünyevîliğimizin, dünyevîlik bilincimizin bir nişanesidir. Dünyadaki yerini yadırgayan her kim olursa olsun, ahret hissine yabancı kalamaz. Tersi daha doğru: Dünyada yerini yadırgamayan her kim ise, o, ahret hissine bütünüyle yabancı kalır. Yaşıyor isek, hayatiyet sahibi isek, dünyanın veya ahretin yabancısı olma şartı altında yaşıyoruzdur; üçüncü bir şık yoktur.

Neredeyiz? Bizler, dünyada ne kadar insan varsa, hepimiz bir çok sebepten ötürü; ama bilhassa şerefimizi taşıyabilmemiz için, bir birimize bu suali açmamız gerekiyor. Eğer kendisine bu suali açabileceğimiz bir diğer insan bulamadıysak; ifadeyi değiştirmeye mecbur kalırız: Neredeyim? Teker teker her birimizin kendine bu suali kendine gelmek, kendinde kalmak için açması gerekiyor. Aklımı başıma devşirebilmek kastıyla her iki suali birleştirdim. Ben her iki suali birleştirmekten başka çare bulamadım. Çünkü ne ‘biz’in kimlerden teşekkül ettiği bellidir, ne de ‘biz’de yer alacak kimselerin ne idüğü belirgindir. Meydana gelen alışıma “Neredeyizim” adını verdim. Yakışıklı oldu. Bir ideologi adı çağrışımı var onda.

Kısacık ömrümüzde “ben” olarak adlandırdığımız bir şeyden haberdarızdır. “Benimiz” diye bildiğimiz şey bedenimizin hiçbir, “kellemiz” de dahil olmak üzere, bedenimizin hiçbir parçası değildir. Bunu kabul etmek gayet kolay; ama “benimiz”, bedenimizin bütünü, tamamı da değildir. Çünkü benimiz, bedenimize sıkışıp kalmamış; bütün ömrümüze yayılmıştır. Ruh ve madde birliği de “ben” dediğimizi izaha kâfi gelmez. Her “ben”, bir ömürdür. Fertlerin de, milletlerin de bir ömrü vardır. Yaşadığına şahit olunan fertler de, milletler de ömürlerinin bir yerindedirler. Hem, Neredeyim?, hem de Neredeyiz? Sorusu uykudan kalkmışlık belirtisidir.

Bir kez nerede olduğumuzu sorduysak, bir yaşanmışlığı itiraf etmekle kalmayız; aynı zamanda yaşanmışlığın ürün olarak, “ben”i, “biz”i verdiğini kabul ile ihata edilmiş oluruz. “Ben” ve/veya “biz” tarihin muhitidir. Uyku, narkoz veya büyü sebebiyle, herhangi bir milletin, bu arada Türk milletinin tarihini hepimize yutturabilirler. Bu yutturmacanın en parlak afirmasyonu tarihi yapmak ve yazmak ifadelerinde gizlidir. Uyanma fırsatı tarihin yapılmadığını ve yazılmadığını anlama fırsatı demektir . Tarih yapılmıyor ve yazılmıyorsa, ne oluyor? Uyanış bize öğretiyor ki, tarihe giriliyor ve tarihten çıkılıyor. Çünkü tarih insanların icat ve imal ettikleri bir şey değil. İnsanlar “tarihlendirme” hevesine kapılabilir; ama tarihin, ne ile olursa olsun, bir şeyle tahdit edilmesi faaliyetine insanın takati yetmez.

Toplum veya kavim olarak da, tüm insanlık olarak da elimizde kendi tarihimizin mahsulünü bulunduramayız. Bilakis, mahsul olan biziz. Biz tarihin ürünüyüz ve tarihin elindeyiz. Bu anlamda bir “Türk tarihi” safsatadan ibarettir. Esas olan tarihe mahsus Türk’tür, dikkate değer olan tarihin Türk’ü, sahiciliğine kanaat getirdiğimiz Türk, tarihle anlama kavuşmuş olan Türk’tür. Türk nedir? Bu suale cevap verip tarihi anlayamazsın. Tarih nedir? Bu suale cevap verebilirsen; Türk’ü anlaman gayet kolaydır. Şu ki, Türk tarifinden hareketle tarihî bir kavrayışa ulaşmanın imkânı yoktur. Mümkünat dahilinde olan tarihî bir kavrayışa sahip olduktan sonra Türk’ün yerini tespittir. Kıyafet hakkında bir fikrin olmadan neyin Türk’e yakıştığını bilemezsin.

Türk tarihe İslâm’ın kılıcı olarak girince, zenginiyle fakiriyle, Latiniyle Cermeniyle, Avrupalıları Haçlı Seferleri için heyecana getirmenin en mukni bahanesi bulunmuş oldu. 1918 yılında Birinci Cihan harbi sona erince Avrupalı başka bir bahaneyi, Türk’ü tarihten silmenin bahanesini ele geçirdi. Neredeyim? Yukarıda zikrettiğim iki bahanenin arasındayım. Neredeyiz? Yukarıdaki iki bahaneyi zikre değer buluyorsak, bunların birer bahane olduğunu zikredenler arasındayız.

Biz Türkler 1914-1918 yıllarında cereyan eden savaşa Cihan Harbi dediğimiz gibi, “seferberlik” de deriz. Çünkü biz Türkler tarihten silinme tehlikesi karşısında seferber olduk.

Tarihten silinme tehlikesi karşısında olan Ermeniler, Grekler, Yahudiler, Çerkezler, Arnavutlar, Araplar, Kürtler değildi. Biz Türkler seferber olduk ve çabalarımız hayrımıza sonuç vermedi; başarısızlığa uğradık. Başarısızlığa uğramış olmamız tarihten silinmekle neticelenmeli değil miydi? Uykuda olduğumuz için tarihten silindiğimizin farkında mı değiliz? İstiklâl Harbi vermiş olmamız tarihteki yerimizi koruduğumuzu ispat etmiyor mu?
Neredeyizim?

*İsmet Özel, Rasathane, 23 Eylül 2009

Hiç yorum yok: