30 Kasım 2009 Pazartesi

Kutlama

Kanun yapıcıların hükümlerinin para etmediği; onların çıkardığı kanunlarla hüküm vermesi gerekenlerin her türlü hukuksuzluğu yaşattığı bu vasatta, düzensizliklere son verme iddiasıyla 30 Kasım 2007 Cuma günü kurulan “Ebedi Nizam Partisi”nin bu gün ikinci sene-i devriyesi.. Titirçiler olarak Ebedi Nizamcılara, kuruluşlarının yıl dönümlerinde bu vatan ve millete, hatta nizama susamış tüm insanlığa bir an önce beklenen, istenen düzeni getirebilecekleri günlerin yakın olmasını ve hayırlara vesile olmalarını diliyoruz.

29 Kasım 2009 Pazar

Karartmacıların Eli İzmir'e Uzandı

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Ege'nin İncisi Şirin İzmir...

Son zamanlarda yeniden ülke gündeminin birinci sırasına oturdu...

Hakkındaki onca güzellemeye rağmen elinde taş ile DTP konvoyuna öfke kusan sarışın genç kızın görüntüsü medyada arz-ı endam edince bütün olumsuz sıfatları bünyesinde toplayan bir şehir haline geliverdi...

Anlayacağınız karizma fena halde çizildi...

İzmir'e atfedilen bütün güzel sıfatların aslında sanal olduğundan dem vurulan yazılar ve yorumların hesabı yok...

Bir çok ilimiz zaman zaman gündeme gelir ve tartışılır ama her şeyi ile tartışılan nadir illerimizden birisidir İzmir...

Konum belirleyici sıfat yüklerler ona...
Özellikle konu laiklik ve çağdaşlık(!) olunca İzmir'e özel bir önem atfedilir...

Laikçiler nedense İzmir'i kendilerinin zapt edilmemiş son kalesi olarak görmeye başladıktan sonra makyaj bozulmaya yüz tuttu...

O saatten sonra İzmir'in ne faşistliği kaldı ne de gericiliği-yobazlığı...

İzmir hiç de hak etmediği garip tanımlamaların içinde buldu kendisini...
Ağzı dili yok ki kendisini savunsun...

Bir kaç ağzı bozuk ve faşist zihniyetli insanın ön ayak olması ile uzun soluklu bilinç kirliliği koskoca bir il ve halkını hiç de hak etmedikleri bir tanımlamayla tarif edilir duruma getirdiler...
Zor silinir bir imaj İzmirli'nin ve İzmir'in boynunda asılı kaldı...

Aslında İzmir'in bu hale gelmesi son yılların eseri değil...

Fitil çok önceden ateşlenmişti...

Blog'umuza alıntıladığımız Kaotisyen Ertuğrul Özkök'ün yazısında övgüler dizdiği Levanten kızı Chantal'ın Ankara'da başörtüsü yasağını protesto eden bir grup göstericiye karşı yaptığı eylem ile İşte cesur kız verilmişti...

Ergenekon İzmir'e de uzandı ve ayrımcılığın ve bölücülüğün simgesi haline getirdi Egenin İncisini...

Karartmacılar İzmir'i kararttılar...

İzmir bunu hak etmiyor...

İzmir halkı fena dolduruşa geldi...

İzmir halkı bu kötü imajı umarız en kısa zamanda siler...

Özköklerin, özdillerin ve arıtmanların ağzına değil özköklerine, özdillerine ve arıtılmış hallerine bakmak lazım...





Türkiye'nin kızları, Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 03 Ağustos 1997

26 Kasım 2009 Perşembe

Toplumun Sac Ayakları

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Blog'umuza alıntıladığımız Ahmet Altan'ın yazısı bana yıllar önce bir gazeteci arkadaşım ile yaptığımız bir sohbeti hatırlattı.

28 Şubatın arefesinde diyebileceğimiz günlerdi.
Hatırlayın o günleri...

Süreç kesintisiz devam etmiş ve Güneydoğuda faili meçhullerin ayyuka çıktığı zor zamanlarda sınırlar zorlanmıştı.

Her ne kadar literatüre faili meçhul diye girse de aslında faili malum diye nitelemek daha doğru olur zira tetiği çeken eller ferdi olarak bilinmese de zihniyet olarak hepsi biliniyordu. Sadece korku imparatorluğunun sesini yükselteceklere zarar vereceği endişesi insanları suskunluğun zindanlarına hapsediyordu...

Adına Hizbullah dedikleri vahşetin kitabını yazan bir örgütün Daha çok PKK'ya yönelik operasyonlar için kendine faaliyet alanı oluşturmuş yöre halkının dini hassasiyetlerini kullanarak terör örgütünün halkın değerlerini de hiçe sayması yönündeki pervasızlığına karşı bir savunma mekanizması olarak sahnede yer alması sağlanmıştı...

İlk günlerde adı ve mücadele ettiği kesime karşı duyulan tepki ile ülkenin her yanında dini hassasiyete sahip çevrelerin avam kesiminde sempati uyandırmıştı...
Sempati avam kesimiyle sınırlı kalmamış güya kanaat önderi tabir edilen bazı çevrelerin idarecilerini de etkisi altına almıştı...

Onlar kendilerini iyi bilirler...

Aklı selim sahibi kişiler ise bu örgütün yapılanmasında ve icraatlarındaki anormallikleri görüp ufukta beliren tehlikeyi fark ederek uzak durmayı ve etrafı uyarmayı da ihmal etmemişlerdi.
Lakin bu tavır bir müddet sonra onların da hedef tahtasına koyulmasına bir engel teşkil etmemişti.

Onlara göre uzak duranlar Bush mantığı olarak tebarüz eden ya bendensin ya da karşı taraftan mantığının öncülüğünü yapıyorlardı.
Ne zaman ki aynı inanca sahip olduklarını ifade ettikleri kesimi de hunharca katletmeye başladılar işte film orada koptu...

Örgüt o saatten sonra asıl senaryoyu sahnelemeye başladı.
Önce ilk çıkış yeri olan yörede sonra ülke çapında derin bir nefretin hedefi oldular.
Katliamlar ve uyguladıkları yöntemler insanlık dışı idi..

Sonrası bütün ülkenin gözü önünde cereyan etti.
Top yekün tasfiye...

Hem medyanın acımasız bir aşağılama kampanyasıyla çorap söküğü gibi bütün pislikleri ortaya saçıldı...
Hem de bu tip örgütlenmelerde umulmayan bir acemilik ve sığlığın örneğini sergilediler(!)...
Öyle ki dönemin güvenlik güçleri her türlü dökümana rahatlıkla ulaştılar.
Sanki birileri servis ediyor gibiydi.

Görsel ve yazılı basın ise Hizbullah isminden her bahsettiğinde hizbulvahşet ifadesi ile eşdeğer bir anlam yüklüyordu bu ifadeye...
Maksat hasıl edicilerin amaçlarına hizmet çerçevesinde bunun benzeri zihin kirliliği operasyonları arşivine bir dosya daha ilave ettiler...

Kaçınılmaz bir şekilde Hizbullah kavramı zihinlerde vahşeti çağrıştırır hale gelmişti.

Üstelik oynanan oyunda en ağır bedeli ödeyenler de korkunç cinayetlere kurban gidenler, onları bu anlamsız cinayetlerle kaybetmenin acısını yüreklerinin taa derinliklerinde hisseden ve acılarına hiç ortak bulamayan kayıp yakınları ile toplumun geniş bir kesimi olmuştu...
Dertlerini kimseye anlatamamanın acısını da maalesef ömürlerinin sonuna kadar sinelerinde taşıyacaklar.

Ne korkunç bir travma değil mi?

Acı olan bir şey daha var bu travmaya sebep olanlar hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlar...
Halbuki erbabı ve kavramı gerçek anlamından saptıranlar iyi bilir ki vahşetle nitelemenin kendisi bir vahşettir.

Ama maksat hasıl olmuş ve insanlar bu ismi anmaktan korkar hale gelmişler, duyan geniş bir kesimin zihninde ise nefret hisleri uyandırmayı başarmışlardı...
Hatta adı Hizbullah olan yöre halkından vatandaşlar korktukları için mahkeme kararıyla isimlerini değiştirmek cihetine gittiler.

Halen halkın bilinçaltında etkisini sürdürmektedir.
İslam denince terörün algılanması gibi düşünün siz bunu...

İşte böyle bir vasatı yaşadığımız o günlerde henüz olaylar küllenmeye yüz tutmuşken travmayı yaşatan toplum mühendisleri kesiminin ana aktörleri yaptıkları icraatın halka yansımasının etkilerini sonradan gözlemleyerek yanlış giden birşeyler olduğunu fark etmişler ve onlardan birisi gazeteci arkadaşa şöyle bir itirafta bulunmuş...

"Bu toplumu ayakta tutan üç sac ayağı vardı...
Din, tarikatlar ve cemaatlar...
Biz her üçünü de kırmayı başardık...
Lakin yerine ikame etmek istediğimiz şeyler de etkili olmuyor.
İşin doğrusu bu saatten sonra nasıl bir tavır alacağımızı da kestirebilmiş değiliz..."

Evet nasıl bir tavır alacaklarını kestirebilmiş olmadıkları yaşadıklarımıza bakınca belli oluyor...
Birileri hala direnmeye ve topluma deli gömleği giydirmeye çalışıyor...

Ahmet Altan'ın yazısına konu ettiği üçleme bunun tezahürüdür...
Bahsedilen üçleme şimdiye kadar hiç bu kadar güven erozyonuna uğramamıştı...
Maalesef acı olan ne biliyor musunuz?

Bahsi geçen üçlemenin de kavram kaymasına uğramasıyla zihinlerde gerçek algılarından uzaklaşmasıdır...
Bu daha ağır bir travmanın ayak sesleridir.
Ve telafisi uzun zaman alır.

Ülkenin yasama ve yürütme mekanizmaları zaten çok önceden zedelenmiş ve içeriği hem içeriden hem de dışarıdan darbelerle güven kaybına uğratılmıştı.
Bir toplum düşünün ki yaralanmamış tek bir değeri ve kurumu kalmamış...

Halimiz nice olur???

Ama herşeye rağmen yürekler umut taşımaya devam ediyor ve edecek de...
Ayağı çarıklı erkanı harp bunu da atlatacaktır.

Su akar mecrasını bulur...






Taraf Gazetesi | Ahmet Altan - Üç ayak

Taraf Gazetesi | Ahmet Altan - Üç ayak

25 Kasım 2009 Çarşamba

Dersim Meselesinde Şecaat Arzetmek

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

CHP Genel Başkanının çizdiği tabloya ve oluşturduğu görüntüye bakar mısınız?

Yine o meşhur hamaset ve şecaat duygusuyla yüklü ses tonunu kullanarak dün haftalık grup toplantısı konuşmalarından birisini daha yaptı.

Çizdiği performans müthiş...

Yaşından umulmayacak bir cevvallik ve ataklık söz konusu...

Allah nazardan saklasın.

Allah onu CHP'nin başından eksik etmesin...

İyi ki var...

Allah uzun uzun ömürler versin...

Yaptıkları konuşmada malum üzere parti başkanları bir çok konuya değinirler... Kimisi gündeme dairdir. Kimisi de gündem oluşsun diye ifade edilen meselelerdir...

Biz konuşmanın satır başlarından bir tanesine değineceğiz...

Zira bu konu kanayan yaraları sarmak üzere oluşturulan bir projenin üzerine hışımla giderken kötü bir örneklemeyle başka bir yarayı derinlemesine kanatarak çetrefilli bir pozisyonla yaptıkları hatayı düzeltmek için hata üzerine hata yapan CHP temsilcisi, eski dışişleri bürokratı, eskiden de dokunulmaz, şimdi de dokunulmaz Bay Onur Öymen'ın TBMM Genel Kurulu kürsüsünde anaların ağlamasını eleştirirken Dersim Meselesini diline dolamasıyla başladı...

Zaten adrenalinin her zaman yüksek olduğu ülkemizde gündem içinde gündem oluştu...

Tam bir sarmal çık işin içinden çıkabilirsen.

Siz kalkın anaları ağlatın, Kanayan yaraların sarılmasına karşı çıkarken kabuk bağlamış yaraları kanatın. İsyan olduğu bile şüpheli olan bir meselede düştüğünüz zor durumdan çıkmak için meseleyi gündemden düşüreyim derken farklı ithamlarla gündemi sıcak tutmaya devam edin...

Şuna bakar mısınız?

Baskın çıkmak için Bay Baykal:


"Türkiye Dersim'i konuşuyor. Sadece Dersim değil ki. Yozgat'ta, Bolu'da isyanlar var, bir sürü isyanlar var. Bu durum kimliğe saldırı, etnik saldırı olarak düşünülmemeli.

Herkes kendi konumunu korumaya çalışıyor, otoritesini korumaya çalışıyor. Kolay bir dönüşüm değil. Yüzyıllık alışkanlıklar var. Bunları kimse bir mezhep tartışmasının, kimlik tartışmasının içine sürüklemeye kalkmasın. Olay bu değil. Başbakan ve başkalarının kullanmaya çalıştığı bu olay öyle değildir.

El Beşir'in 300 bin kişiyi öldürme katliamına "katliam" değildir diyen sen nasıl olur da, 62 yıl önce yaşanmış yüreğimizi kanatan o acı olaylar için böyle demeyi, bu sözleri nasıl içine, beynine, yüreğine sindirebilirsin. Ayıp olan bu. Yanlış olan bu.

Aleviler'den sana hayır yok, başka kapıya Başbakan.

Üzüntü verici olan bir Başbakan'ın bu manzara içinde olmasıdır. Kendisini buna layık görebilmiş olmasıdır. Biz acılarımızı yüreklerimize gömüyoruz. Aleviler bir günden bir güne böyle bir istismarın içine girdiler mi? Onlar incinsen de incitme diyor.

Bunu milletimiz gördü. Bu kampanyaya aklı başında kimse alet olmayacaktır. Biz bu konuda yıllardır samimiyetimizi ortaya koymuşuz. Hiçbir sarsılmayı kırılmayı gerçekleştiremeyecektir. Hz. Muhammed'i Hz. Ali'den ayırmak mümkün değildir. Hz. Ali'yi Mustafa Kemal'dan ayırmak mümkün değildir.
Bu beraberlik Türkiye'nin temelidir. Bu zinciri kimsenin kırması mümkün değildir.

Bunları yaşadık, bu üzüntüleri hep birlikte yaşadık. Milletimiz bunları en doğru şekikde değerlendirecek, değerlendiriyor. Böyle oyunların daima CHP'ye yönelik olarak sıkıştıkları zaman tezgahladıklarını biliyoruz. Kimse merak etmesin, bize zarar veremeyecektir.

Başbakan'a sorumluluğunu idrak etmeyi tavsiye ediyorum. Çok yanlış söylemlerin içine düştü. Bu olayların içinde yer alan insanları kahramanmış gibi göstermeye çalıştı. Sıkışınca CHP'ye saldırdı. Demek ki Başbakan'ın sıkıştığı zaman gözden çıkaramayacağı hiçbir değer yoktur."
diyor.

Hadi çık işin içinden!!!?

Birbirinden kötü benzetmeler ve yakıştırmalarla dolu bir hamaset kervanı...


Neresine el atacaksınız ki???

Aklı sıra baskın basanındır mantığı ile hareket etmeye çalışıyor.

Ama aması var... Kontrolü kaybediyor...

Bütünleşme projesini hayata geçirmeye çalışanlar sanki Dersim'de de anaların ağladığı söylediler.

Bir sözcüsünün sarfettiği bir cümlenin bir partiyi ne hale getirdiğini görüyorsunuz değil mi?

Oynamam diyen de, oyunbozan da, sui emsal ile ortalığı karıştıran da, şecaat arzederken kendi kendini topuğundan vuran da, sonrası gelişmelerde suçlayıcı pozisyona giren de her türlü meseleyi kendi çıkarları adına kullanan da aynı zihniyet...

Bu zihniyetin devam etmesinin şöyle bir faydasını bu ve gelecek kuşaklar görmeye başlayacak galiba....

Tartışılamayan konuların tartışılmasını sağlıyor bu zihniyetin yeni dönem temsilcileri...

Öyle ya hiç bir yanlışın milletin gözünden kaçmaması lazım.

Ders verenler ders vermeye devam ediyorlar...

24 Kasım 2009 Salı

Prematüre basının prematüre çocukları

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Mütareke basının mirasçıları kim? diye 2007 yılının 9. ayında bir soru sormuş ve aşağıdaki metni kaleme almışız...

Hem nalına, hem mıhına vurmuşuz...
Ve onları tarif etmişiz...

Tapulu arazime gecekondu yaptırmam kenti yöneticilerinin haylazlarıdır onlar.
Onlar Tepedenbakan Semtinin şımartılmışlarıdır.

Cumhuriyet Mahallesinin Demokrasi Sokağında otururlar.

Ağlamaduvarı Apartmanı sakinleridir onlar.

Mütareke basının mirasçılarıdır onlar.

Sonradan görme zihniyetli nev’i şahsına münhasır bir sınıfa dahildirler onlar.

İçinde bulundukları halk Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki Ulus’ta devlet elitinin Devlet Konukevi’ndeki eğlencelerini uzaktan seyrederek dedikodusunu yaptırdıkları halktır.

Oradan çıkmalarını hiç istemeyen zihniyetin sahibidir onlar.

Yıllardır ye ye bitmeyen mirasın üstüne çöreklenenlerin sesidir onlar.

Sonradan sonraya hak sahibi olarak kendilerini de sahiplerinin grubuna dahil edenlerdir onlar.

İşini doğru yapan bakkala sokak ortasında avaz avaz bağırarak pirinç unu ile unu karıştırma vatandaşı aldatma diyen zihniyetin sahibidir onlar.

Kaybedeceği davada rüşvet yemeyen hakime karşı taraf adına rüşvet vererek dava kazanandır onlar.

Ahlaka dair ne varsa ırzına geçendir onlar.

Hem nala hem mıha vurmayı severler onlar.Hem işadamı hem gazetecidir onlar.

Tetikçiliği saye-i alileriyle gazetecilik olarak algılatmıştır onlar.

Sanki kendileri başka yerden gelmiş gibi, bu halkı aşağılamak ve küçük görmek gibi tam da kendilerine yakışan türü az bulunur tavırlara sahiptirler onlar.

Geldikleri ve çıktıkları yeri çok çabuk unutmak gibi üstün bir meziyet sahibidirler onlar.

Çoğunun nedense nenesi, ninesi, anası hep başörtülüdür. Kutsal değerlere özellikle dine çok saygılıdırlar onlar.

Ama nedense bu din İslam olunca saygıyı unutandır onlar.

Aralarına sonradan aldıklarının(!) tetikçilik yapmalarından pek fazla haz duyar onlar.

Kendilerine benzemeye çalışıyor diye inceden inceye aşağılayandır onlar.

Kendilerinin neye benzediğinin de adını koyamayandır onlar.

Bayan meslektaşlarına tacizlerinin adını henüz literatüre ekleyecek bir isim bulamamışlardır onlar.

Okuyucularına sevgili okuyucularım diye hitap ederken ceberrutlaşmayı ve ısırgan otu gibi dalamayı pek sever onlar.

Silahsız kuvvettir onlar.

Her yol mubahtır anlayışının en güzide temsilcisidir onlar.

Öteki kavramını siyasi ve kültürel literatüre yerleştirendir onlar.

Öbür mahallenin çocukları mantığını yerleştirendir onlar.

Ayrımcılığı ve bölücülüğü kendileri yapınca mübahlaştıranlardır onlar.

Kendilerine yıllarca hizmet eden sadık kalemşörlerini dahi gözlerini kırpmadan harcayabilenlerdir onlar.

Patronlarının sesidirler onlar.

Parayı kim daha çok verirse onu borazanını daha gür bir sesle öttürmeyi sever onlar.

Bukalemuna doktora yaptırır onlar.

Kaleminde omurgayı yok edenlerdir onlar.

Onlara göre istikrarsızlık istikrardır.

Basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt ederler.

Yargısız infaz ederler.

Çamur atmaları kafidir.

Kuyruğunu yutan yılan gibidir onlar.

Debelenir dururlar.

Gündemi karıştırmayı sever onlar.

Yazıyı tersinden okutmayı da sever onlar.

Şu son günlerde yaptıkları polemiğe bakın okuyucu milletini karnından güldürüyorlar.

Bunlar anayasa nedir onu da bilmiyorlar.

Anayasada ne olur ne olmaz onu da aslında bilmiyorlar.

Cehaletleri belli olmasın diye bilirmiş gibi yapıyorlar.

Nasıl olsa soran yok. Vur beline kazmayı…

Amiral gemisi falan filan.

Demişiz. Demişiz de eksiği yok bu vasıfları üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar.

O günlerde ifade edemediğimiz vasıfları da bu günlerde aleniyet kazandı ve medyanın içinden çıkan cesur kalemler ve gazeteler bu mütareke basını mirasçılarının diğer meziyetlerini de sayıp dökmeye başladılar.

Uzun söze gerek yok dezenfermasyon yaptıkları hususları sizler de gayet iyi biliyorsunuz.

Malumu ilam olan cunta taraftarlığı ile destek çıktıkları planlar gerçekleşseydi sonrasında ortaya çıkacak olan manzaraları görmezden gelmeleri hallerinde ki fecaati daha da açık hale getiriyor.

Birazcık insani his taşıyanlar ise söyleyecek söz bulamıyor.

Olumlu tek bir vasfa bile sahip olamayacak kadar bir karaktere bürünmek de bir meziyet işidir.
Şapka çıkarmak lazım...

Bu zihniyete sahip gazeteci taifesinin bu ülkenin menfaatlerine zerre kadar katkı sağladığına inanan varsa bir adım öne çıksın....

Cehalet ve bilgisizliğin yanı sıra gazeteciliğin asıl vasıflarına sahip olmaktan yoksun bir kitlenin hakim unsur olduğu bir alan...

Gerçeklerin hangi semte en az uğradığına dair bir soru zihinlere üşüşse bu sorunun cevabına en çok muhatap olacak bir alan...

Darbelerin en çok yaşandığı ülkelerdeki gazeteciler kadar bile olamıyorlar...

Mesleklerinin gereğini yapmaktan ziyade farklı amaçlara hizmet ediyorlar...

Düşünün onların çoğunu en çok heyecanlandıran şey karargahtan gelen bir telefonla ciheti askeriyeden aldıkları bir davet.

Hatırlayın 28 Şubat diye tarihimize geçen kirli oyunlarda brifinglere en çok rağbet iki kesim vardı...

Halka adalet dağıtmakla yükümlü olan yargı bürokrasisi ve gerçeklerle halkı aydınlatmak yükümlüğüne sahip basın camiası...

Gerisini siz düşünün...

O günler mızrağın çuvalda alenen sırıttığı günlerdi...

Bugün sızlanmaları aleni olarak o günlerde yaptıkları pervasızlıkları kül diye yutturamadıklarındandır.

İnsanların, kurumların, devletlerin icraatları bumerang gibidir, öyle ya da böyle gelir ve yapanları bulur...

Ya iyi hanesinden veya kötü hanesinden...

21 Kasım 2009 Cumartesi

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Atalarımız bu sözü söylerken boş yere konuşmamışlar.


Engin tecrübe ve birikim ile yaşanan olaylar ve hadiselerin sonuçları üzerine bu sözler hayat bulmuş ve geleceğe miras bırakılmış.

El'an bütün diriliğini ve canlığını muhafaza ederek gelecek kuşaklara yön veriyor.

İçinden geçtiğimiz süreç bu sözün arkasında durması gereken güçlü iradelere ikaz ve uyarılarda bulunuyor.

İçinde bulunduğumuz vasata bir göz atalım.

Yıllardır atın önüne et itin önüne ot konulmuş.

At izi it izine karıştırılmış.

Filler tepişmiş çimenler ezilmiş.

Hadsizlik had safhaya varmış.

Cesaret anlamından kayarak başka mecralara doğru akmış.

Cesur olunması gereken dik durulması gereken alanlar birbirine karıştırılmış.

Ricali devlet ve kurumları yıllar yılı otorite adına kendi semerine karşı sert tutumlar sergilemiş.

Aslan ve kedi rolünü birbirine karıştırmış.

Dışa kapanırken içeriyi de kapatmış...

Normal zamanlarda halk ne ise idarecisi de odur.

Çelebi biz de işler böyle yürür darbı meselesi de bize aittir.

Ama işin bir de aması var.

Biz normali yaşamayalı uzun zaman olmuş...

Onun için halkımız normale geçiş sürecinde kendisini yöneteni seçmek yerine kendisini yönetmesini istemediklerini bertaraf etme tercihinden yana kullanmış hakkını...

Sancısı halen sürmekte...

Zor bir doğum süreci...

Halimiz pür melal...

Devleti devlet yapan idarecileridir.

Bir basamak altına inin, o devletin kurumlarını kurum yapan da ona nezaret edenlerdir.

İdareci ile itibar kazanan devlet geniş bir ufka, vizyona yine o idareci ile sahip olur.

Geçmişten taşıdığı bir mehabeti varsa onun ağırlığı zaten yeterli katkıyı sağlıyordur.

İdareciye kalan ise var olan rüzgara göre yelkenlerin şişmesini sağlamaktır.

Var olan mehabete yaraşır bir tavır mehabetin vasıflarının kendilerini sarmasıyla bütünlük kazanır kısa zamanda...

Siz sadece nerede duracağını iyi bilin yeter...

Devletin alt kurumları zedeleniyorsa onu zedeleyen dış etkenler iç etkenlerden daha fazla katkı sağlayamazlar.

Ağacı yıkan şiddetli rüzgar değil içeride bünyeyi sarıp sarmalayan çürüten iç bünyedeki hastalıklardır.

Dolayısıyla kurumlar yıpratılıyor söylemini kimin söylediği önemlidir ve ses kurum bünyesinden çıkıyorsa içi boş bir söylemdir.

Fol varsa yumurtanın olması kaçınılmazdır.

Elmalarla armutlar birbirine karıştırılmasın.

Kurumlar yıpratılmıyor...

Kurumları yıpratanlar ifşa ediliyor.

Kurumları kendilerine kalkan yaparak dokunulmazlık zırhına bürünenlere O anlı şanlı kurumları yıpratıyorsunuz, sizler oralara ait değilsiniz deniliyor.

Kurumların itibarını zedelemeyin deniliyor...

O kurumlara yakışır bir tavır sergileyemediğiniz için o kurumların can damarları olan halkın nezdinde kurumları küçük düşürüyorsunuz buna hakkınız yok deniliyor...

Halkın menfaatlarını korumak ve kollamakla mükellef olan kurum mensupları kendi içine düştükleri yanlış işlerden kendilerini kurtarmak için kurumların itibarları, izzetleri ve şerefleriyle oynamasınlar...

Kendi şahsi menfaatlarını devletin ve kurumların menfaatlarının önüne çıkaranlardır kurumları yıpratanlar...

Yargıyı siyasallaştıranlar bir siyasetçi olmadığı halde siyasetçi tavrı sergileyenlerdir.

Seçilenlerle görevlerini karıştıranlardır yetki karmaşasını oluşturanlar.

Durumdan vazife çıkaranlar ille de koruma ve kollama işiyle uğraşacaklarsa öncelikle kendi kurumlarının haysiyetini ve şerefini korumadan başlasınlar.

Evin içi yangın yeri olmuş....

Tahrip ve tahrik edenler dışarıda değil içeride...

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe...

Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla demiş eskiler...

Ya görmüyorsunuz ya da göz yumuyorsunuz...

Her ikisi de mayınlı tarla...

20 Kasım 2009 Cuma

Karartmacılar

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Adına dezenformasyon diyorlar, frenkçesi bu...

Sık kullanılan bir tabirdi eskilerde ve hala revaçtadır... Huyu kurusun...

Gün oldu devran döndü, başka tabirlerle beslendi, palazlandı... Kullanan kurumun yapısına göre kılıf ve yapı değiştirdi. Başkalarını suçlayan tabire dönüştü. Asimetrik savaş oldu. Psikolojik savaş oldu. Yapana göre adı ve şekli değişti. Kimi zaman pervasız kimi zaman pertavsız oldu.

İçinde yaşadıkları halkı dizayn ederek, fildişi kulelerindeki yerlerini sağlamlaştırmak için başvurdukları bir aracı oldu. Nefes almasınlar, sorgulamasınlar, çizdiğimiz sınırlar içerisinde kalsınlar, biz onların yerine düşünür, ne istiyorlarsa biz temin ederiz diyorlardı.

Ne zaman ki özgürlüklerini verdik dedikleri tebaları kağıt üzerinde var olan haklarını kullanmak istediler; işte o zaman olanlar oldu...

Tebaanın ilk yaptığı iş kendilerini yönetmesini istemediklerini bertaraf etmek oldu.
Kendilerini yönetecekleri seçmediler. Yönetmesini istemediklerini yönetimden uzaklaştırarak tercihlerini beyan ettiler...

İşte fitile ilk kıvılcımı o zaman attılar.

Her defasında engellendiler. Her defasında da sabırla bildiklerini yaptılar. Tercihleri hoşlarına gitmese de istemediklerini getirmediler...

Bildikleri yolda yürümeye devam ettiler en zor şartlarda bile...

O günlerden bugünlere gelen bir süreç ve zamana ve zemine göre kontrolü gittikçe zorlaşan bir kitle oldular...

Hal böyle olunca dizayn ediciler ne yapacaklar? Karartacaklar, yönlendirecekler, terbiye edecekler kendi çaplarında...

Nitekim öyle de yaptılar.

Lakin mızrağın çuvala sığmadığı süreçlerden geçer olduk.

Artık hiç bir şeyin gizli kalmadığı kalamadığı bir dönemi yaşıyoruz.

Şimdi her TARAF'tan pervasız ve pertavsız yapılan plan ve projeler ortalığa saçılmaya başladı ya...

Karşı saldırıya geçtiler, asimetrik savaş dediler. Halbuki dezenfermasyondu. Klişelerin ardına saklandılar ve saklanıyorlar. Korku imparatorluğunun tabularını, dokunulmaz saydıkları her başları sıkıştığında kınından çıkardıkları kılıç gibi sarıldıkları resmi ideolojik sembolleri kalkanları oldu.

Kılıf da bulamıyorlar.

Sadece suçluyorlar.

Çünkü ortada savunulacak bir şey yok.

Ha bir şey daha yapıyorlar...

Topyekün karartma yapıyorlar ya da öyle yapmaya çalışıyorlar.

Her yol mübah...

Daha önce kullandıkları her türlü mekanizma şimdilerde bunun için seferber edilmiş durumda...

Kullanılan mekanizmalar şimdilerde gönüllü olarak ve canhıraş bir biçimde kendini karartmaya hasretmiş durumda.

Neden çünkü açılan pandoranın kutusundan isimler ve mekanizmalar saçıldıkça deşifre edilmenin endişesini taşıyan gönüllü değirmene su taşıyanlar kendilerinin isimlerinin de ortalığa saçılmasını önlemeye çalışıyorlar.

Servis edilen ağ o kadar geniş ki her servis edilen kendi telaşına düştü.

Servis edilen medya ayağının karartma eylemleri kendilerini en az hasarla kurtarmanın çabasını sarf ederken, aynı kaptan beslenen toplumun her kesimini da kapsayan diğer destekçileri unutturmaya çalışıyorlar.

Malumunuz daha önce tek tek isimler bazında geniş bir sektörün cunta ve darbe çalışmalarına katkı sağladığının izleri emareleri gözler önüne serilmişti....

Şimdilerde ise anlaşılan o ki o izlerden yola çıkılarak çapı genişleyen bir yapılanmanın üzerine doğru bir gidiş var...

Dokunulacaklar listesinin medyadaki servisçilerin deşifre edilmesiyle iş aleminin derinliklerine, bürokrasiye ve legal legal başka sektörlere uzandığını görürsek şaşmayacağız...

Sizi gidi karartmacılar sizi...

Unuttuğunuz bir şey var...

Toplum ve ortak akıl haksızlığı uğratılıyoruz diye yeri göğü inleten çığlık ve vaveylalara karnından gülüyor...

Ayağı çarıklı erkanı harp pervasız ve pertavsız tavır sergileyenlere içine düştükleri gülünç durum karşısında sergiledikleri tavırlarından dolayı utanarak bakıyor...

Onlara şunu söylüyorlar Anadolu tabiriyle...

Karnınıza bıçak sokun da ölün...

Buna cesaretleri var mıdır acaba?

Ne dersiniz?

19 Kasım 2009 Perşembe

Yargıyı Bağımsızlaştırın

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Son günlerde Ergenekon bağlantılı dinleme ve tarassut hadiseleri çerçevesinde ortalığa yayılan vaveylaya bakar mısınız?

Sanki ülke 9 şiddetinde depreme maruz kalmış gibi gürültü çıkarıyorlar.


İşin aslına bakarsanız yapılanlar bir kaşık suda kopartılan bir fırtınadan öte bir şey değil...


Efendim yargının bağımsızlığı zedeleniyormuş.


Yargıçlar nasıl dinlenirmiş...


Yasal da olsa dinlenemezmiş...


Adalet Bakanlığı kendi hakim ve savcılarını nasıl dinletirmiş?


Bakın hele sanki Adalet Bakanlığı'ndan başka yerlerin de hakim ve savcıları var sanki...


Yoksa var mı?


Dedik ya bir kaşık suda fırtına...


İşin aslı sanki şöyle gibi...


Yargının bağımsızlığından dem vururken sorgulanamaz ve dokunulamaz bir tavırla hareket etmenin getirdiği rahatlıkla yaptıklarını her şeyi, aldıkları her kararı, uygulamaya koydukları her icraatı hatadan beri ve kesin kabul edilmesi gereken ve asla sorgulanmaması gereken bir hal olarak görüyorlar bu fırtınayı kopartanlar...


Bir de her şeyin üstünde görülmenin getirdiği dayanılmaz ruh hali...


Bu vaveylanın sahipleri ve onların seslerini yükseltmelerine çanak tutanlar kalkıpda şunu da sormuyorlar...


Neden dinlemeye -mahkeme kararıyla olduğu çok açık- maruz kalanlar bizleriz ya da bunlar?


Neden sıradan bir vatandaş değil?


Üstelik dinleme kararlarının altına imza atanlar da hakim ve savcı...


Neden bir kısım meslektaşlarını zor durumda bıraksınlar ki?


Ortada bir ateş varsa duman çıkar.


Duman çıkarsa koku da çıkar.


Birileri de ateşin yayılmasını engellemek için tedbir alır.


Yoksa kamunun huzuru nasıl sağlanır?


Bir de Adalet Bakanlığı yakamızı bıraksın demeye getiriyorlar...


Adalet Bakanlığı öyle yapmasın...


Hakim ve savcıları kendi hallerine bıraksın...


Devlet de onları kendi hallerine bıraksın.


Kendileri yeniden yapılansınlar.


Adalet Bakanlığı onların yargıladığı ve mahkum ettiklerini cezaevlerine atmakla yetinsin.


Hatta güvenlik güçlerini de onların emrine verin.


Tamamen onlara bağlı olsun...


Bütçelerini de istedikleri gibi yapsınlar.


Kendi kaynaklarını kendileri oluştursunlar...


Devletin idaresini de onlara verin.


Bağımsızlıklarını iyice ilan etsinler...


Asıl dokunulmaz olanlar kendileriydi.


İyice dokunulmaz olsunlar.


Diyeceğim ama unuttukları bir şey var dokunuluyorlar...


Dokunulurluğun yanlış yapanların tamamına yaygınlaşması toplumun kendine
güvenine ve huzuruna en büyük katkıyı sağlayacaktır...


Dokunun dokunun kendini dokunulmaz zannedenlere...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Bürokrasi Üzerine Biraz Mahir Kaynak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Malumunuz Mahir Kaynak ile ilgili bir girizgah yapmış ve bir portre denemesi demiştik.

Kendisi gerçekten ilginç bir kişiliktir ve fazla söze hacet yok. Ama serdettiği fikirlere gelince onlarla ilgili söylenecek hem çok söz vardır hem de söyleyecek sözü olan vardır.


Her ne kadar daha önceden onun düşüncelerinin etki alanının genişliğinden söz ettikse de insanları nasıl etkilediğini bilme şansına sahip değiliz.


Ama hükümetin takip ettiği ve de uygulamaya koyduğu son günlerin gündemine oturan açılım ve dış politikada komşularla sıfır sorun stratejisinde Sayın Kaynak'ın derin reflekslerinin yazılarına konu edilmek suretiyle kendisinin verdiği tepkiyi gözlemleme şansına sahibiz.


http://www.stargazete.com/gazete/yazar/mahir-kaynak/burokrasinin-yeri-222877.htm söz konusu makale derin bir analiz yapıyor ve ince ayar vererek bürokrasinin son günlerde takip edilen siyasetle ilgili rahatsızlıklarına dem vuruyor. Bu yazıda hem nala hem de mıha vurarak sözü ilginç yerlere getiriyor.
Bunun için yazının son üç paragrafına bakmak yeterli...

Şimdi burada merak edilen ve sorgulanması gereken tavır ne olmalı?

Neden böyle bir görüş serdetme ihtiyacı hissedildi?

Durup dururken kimse kimsenin hislerine tercüman olmaz.


İletişim düzeyinde bir kopukluk varsa bu dolaylı yoldan mı anlatılmalıdır.


Dolaylı yol pek doğru bir seçenek olmasa gerek.


Özgüven eksikliğini ifade edebilir.


Böyle bir yola başvurulmuşsa eğer bu yolu takip edenler neden böyle bir şey yapmış olsunlar?


Eğer değilse Mahir Kaynak böyle bir gözlemi neye ve hangi saiklere dayanarak anlatma ve siyaset yapıcıları uyarma ihtiyacı hisseder?


Yoksa yılların getirdiği kapalı demirperde anlayışına dayalı siyaset anlayışı ve Sayın Kaynak'ın uzun bir geçmişi olan bürokrasi hayatı kendisini hala etkilemeye devam mı ediyor?


İnsanlar neyi yaşarlarsa bir müddet sonra yaşadıkları onları sarar eğer kendilerini saran hayatı iyi gözlemleyemezlerse değişen bir takım şartları daha geniş bir perspektiften yorumlayamazlarsa içinde yaşadıkları küçük dünyaları onların dış dünyayı yeterince iyi değerlendirmelerine engel olur.


Bizde yaşanan aslında biraz tam da budur.


Yılların hantallığını atlatmak kolay değildir.


Bizim bürokrasinin siyasetçi ile uyum sorunu yaşamasının en önemli sebeplerinden birisi bu olsa gerek küçük dünya ve dışa açılma korkusu...


Onların hislerine tercüman olanlar da aynı yanılsamanın etkisi ile hareket ediyorlar...


Korkuları yenmek lazım?

11 Kasım 2009 Çarşamba

Mahir Kaynak Üzerine Bir Portre Denemesi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Yazıya dökerek portre çalışması yapmak hayli zordur.


Ama sürekliliği olan bir şeydir ve kamuya mal olmuş kişiler çeşitli vesilelerle bu çalışmaların ana teması vazifesini üstlenirler.

Gerisi portre çalışmasını yapacak olana kalmış.

Ortaya çıkacak olan çalışma sonuçta yazarın penceresinden yapılan bir değerlendirme olduğu için yapılan tespitler ve gözlemlerin ilginçliği bu portreyi ilginç ve değerli kılabilir.


Aşağıda kısa özgeçmiş http://www.kimkimdir.gen.tr/ adresinden alıntılandı...

"1934 yılında Gaziantep’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra 1948’de Kuleli Askeri Lisesi’ne gitti. 1953’te Harp Okulu’nu bitirdi. 1967’de askerlikten ayrıldı. 1961’de mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlık yaptı. 1965’te doktor, 1971’de doçent oldu.Mahir Kaynak, o dönemlerde gizlice Milli İstihbarat Teşkilatı'na (MİT) girdi. Kaynak, 1980 yılında da MİT'ten emekli oldu. 1989’da iktisat profesörü oldu. 1971 yılında MİT’e tayin edilen Mahir Kaynak, 1993 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı. Yayımlanmış dört kitabı ve makaleleri bulunmaktadır.
Evli ve üç çocuk babasıdır."



Görüldüğü gibi çok sade ve sıradan bir biyografi denemesi...

Ama Mahir Kaynak'ı bu ifadelerle tanımlamak yeterli mi? Kesinlikle hayır.

Bu ifadeler buzdağının görünen yüzüdür sözüne bile eksik olduğu izlenimini hemen verir.

Mahir Kaynak herkesin malumu olduğu üzere bu ülkenin kaderi üzerinde etkili olmuş nadir şahsiyetlerden birisidir.

Uzun söze gerek yok.

9 Mart ve 12 Mart iki tarih.

Darbe ve muhtıra...

Oyunbozan...

Sonrası ise deşifre ya da başka bir şey...

Müntesibi olduğu teşkilatta sessizliğe bürünülmüşlük 12 Eylül sonrası durulan suların ardından akademisyenlik, profesörlük, ucundan kıyısından köşesinden siyasete bulaşırmış gibilik, medya kanalıyla yeni bir popülerlik...

Mahir Bey 84'lü ve onu takip eden yıllarda; 12 Eylül Darbesinin kesif ve de yoğun baskısının ve ağırlığının Türkiye'nin en hassas kılcal damarlarında bile etkisini sürdürdüğü dönemlerde bir kaç (!) mütekaid generalin yanında basın ve medya dünyasının görüşlerine başvurduğu emekli MİT mensubu olarak sahnede arz-ı endam ediyordu...

Kimi zaman gazeteler ondan MİT'ten emekli daire başkanı diye, kimi zamanda eski MİT müsteşarı diye söz ederlerdi...

Bilgisizlik mi başka bir şey mi o da ayrı konu...

Ama ülke meseleleri üzerinde henüz bu kadar uzmanın olmadığı zamanlarda o uzman olarak sahnede yerini çoktan almıştı...

Gerek iç siyaset gerekse dış siyaset her fırsatta görüşüne başvurulan akil adamlar sınıfındaydı.

Onu cazip hale getiren eski(!) istihbaratçı olmasının yanı sıra akademisyenlik titri idi...

Öyle ya herkesten bir şey olmuyor.

Backroundun iyi olunca da pazarda sana bir yer açıyorlar...

Kaht-ı ricalin olduğu yerde raculun bulunması kendisine katkı sağlayacak basın camiası içinde iyi bir şeydi...

Gazete ve tv mutfağına sürekli malzeme sağlamak sağlayıcıya hem prim kazandırır hem de mevki ve de vazgeçilmezlik...

Üstelik malzeme türünün az bulunanı ve değişik lezzetler sunan biriyse...

Kendisine şahsen ve de bizzat Kızılay'da Türk İş Pasajında kitapçıların mekanlarında rast gelmek sıradan bir vakıaydı.

Görsel medyanın 90'lı yıllarda hızla yaygınlaşmasıyla bu sefer tvlerin reyting programları olan siyasi yorumların yapıldığı açık oturum programlarının vazgeçilmez katılımcılarından olmuştu...

Allah var söyleyecek sözü çoktu ve analizleri öyle yabana atılacak cinsten değildi...

Üstelik ağırlığı ve vakarı onu daha da dinlenir ve cazip hale getiriyordu.

Kim ne derse desin kendisinin yetiştiren ekol ve şahsına ait özellikler medyanın çeşitlenmesiyle geniş kitleleri etkileme hususunda etkin rol oynamıştır...

Mahir Kaynak'ın görüş ve düşüncelerinden etkilenmeyen, onun söylediklerini dikkate almayan siyasetçi ve entellektüel sayısı çok azdır...

Geniş bir perspektiften bakabilenler için sözleri çok alternatifli denklemler gibidir.

Herkes öyle yada böyle mutlaka sözlerinden kendine bir pay çıkarır...

Uzun süren sessizlik dönemleri olsa bile bizimkisi gibi çok hareketli bir gündeme ve oynak bir zemine sahip ülke için Mahir Bey vazgeçilmezler arasındadır.

Malumunuz her ne kadar çeşitli programlarda gerek telefon aracılığıyla gerekse mücessem olarak şahsıyla arz-ı endam etse de köşe yazarlığı sözlerini artık daha da kalıcı hale getirmeye başladı.

Hatta yazdıklarını kitap haline bile getirdi...

Söz yazılmaz ise suya yazılmış gibidir çok azının dışında uçar gider.

Ama yazı öyle değildir.... Taşa kayaya kazınmış gibidir ve kalıcıdır...

Bu kadar şeyi Mahir Kaynak ile ilgili kendi tespitimiz olarak aktardık...

Aslında pek bir şey söyledik denemez.

Ama baştan demiştik herkesten herşey olmuyor diye...

Mahir Bey gibiler uzun soluklu maraton koşucusudur.

Öyle bir kenara çekilip emekli oldum, vakit geçirmek için bir şeyler söyleyeyim cinsinden işlerle uğraşmazlar...

Satranç oyuncuları her daim satranç oynamaya devam ederler...

Bu girizgah her ne kadar bir portre denemesi olarak adlandırılsa da son günlerde yazdığı bir iki makaledeki dikkatimizi çeken bir son günlerin gündemiyle ilgili bir kaç hususa zemin teşkil etsin diye kaleme alındı...

Kalkıp da bodoslama "Sen ne demek istiyorsun amca?" denmez herkese...

İnsan haddini bilmeli değil mi?

Natık'ız diye rastgele iş yapılmaz...

Yazdıkları hakkında söyleyeceklerimiz varsa o kişi ile ilgili bir kaç sözümüz de varsın olsun...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Gerçek ve Kalemin Namusu

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Nicedir kalemimiz körelmeye yüz tutmuştu. İhmal mi desem yoksa ortalığa bakıp da kalemin namusuna halel getirenlerin çoğalması ve yazdıklarımızdan rahatsızlık duyanların baskın çıkması hasebiyle hevesin kaçması mı desem yazmaya ara vermek hasıl oldu.


İhmalin etkisi büyük kuşkusuz lakin kalemin namusu bir başka...


Bu namusa nasıl halel gelir?


Çok çeşidi vardır.


Malumunuz bu benzetme yoluyla yaşadığımız hayatta karşılaştığımız olaylarla kıyas yapılarak netleştirilebilir.


Herhangi birine atılan bir iftira, iftiraya maruz kalan insanın hayatını alt üst edebilir.


Veya temiz bir bürokratın adı rüşvetçiye çıkabilir.


İyi bir şeyler yapmak isteyen birileri benim tekerime çomak sokuyorsun diye bulunduğu ortamdan birileri tarafından engellenebilir.


Örnekler çoğaltılabilir. Olabilir de olabilir...


Bizim matbuat aleminde yazmak kolay değildir...


Kolay kolay yer edinemezsin...


Üstüne para ver yine de yazdırmazlar.


Gücü elinde tutanlar çeşitli saiklerle adeta bir duvar olurlar. Sağır olurlar.


Çoğu yüzüne güler ama engellemek için de herşeyi yapar...


Öyle kolay kolay görmez ve duymazlar...


Ya da hasbelkader bir yerlerde yazmışsan ve yazdıkların birilerinin zülfü yarine
dokunmuş ise bu sefer engelleme operasyonları başlar...


Sana direkt olarak bir şey gelmez ama sana vesile olanların canına okurlar...


Biz bunu yaşadık...


Öyle ki sitenin formatının komple değişmesine bile katkıda bulunduk icabında...


Tabi bunların bazılarını sonradan öğreniyoruz...


Dokunduğumuz zülfü yarda zülfü yar olsa...


Tamamen gerçek....


Ama bazı insan taifesini en çok korkutan şey de zaten bu gerçek dediğimiz şeydir...


Gerçek...


İnsanlar gerçeklerden neden rahatsızlık duyarlar ki?


Sorunun cevabı da aslında hemen yanıbaşındadır...


Bulundukları yerde ve hayatlarında yanlışlar arttığı için...


Artık yanlışlar bariz bir şekilde rahatsızlık duyan gözlere batmaya başladığı andan itibaren ortalığa saçılmaya başlar....


Bu da yanlışı yapanlarda rahatsızlık yaratır.


Biz işte böyle bir durumun ardından yazmaya ara vermek durumunda kalmıştık.


Bizde bu durum bir travma etkisi oluşturmadı değil...


Uzun süre etkilendik...


Sadesuyatirit bu saikin de etkisiyle oluşturulmuş bir blogtu ama anlaşılan travma

Mehmet Natık'ı etkilemeye devam ederken diğer arkadaşlarımızı da başka gaileler etkisi altına alarak blog'un üzerine ölü toprağı serpilmesine herkes karınca
kararınca katkıda bulunmuş.


Nefes alıp veriyoruz...


Elimizde kalem tutuyor Allah'ın izniyle...


Gerçeklerin, Kalemin namusunun hakkını verelim o zaman...


İhmale gelince.


İhmal hiç ihmale gelmez.


Niye mi?


Zalimin evi yıkılırmış ama ihmalkarın evi ondan daha çabuk yıkılırmış da ondan...