28 Ocak 2010 Perşembe

Hisarcıklıoğlu; Anne tarafı Demokrat, Baba yanı CHP`li..

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Nasrettin Hocanın eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yaparlar demesi gibi Biz de eski yazılardan bazılarını günün mana ve önemine binaen sadesuyatirit niyetine yayınlamak zorunda kalıyoruz.
Ama okunduğunda güncelligğinden bir şey kaybetmediğini göreceksiniz.

Anne tarafı demokrat baba tarafı CHP'li...
Peki ya kendisi...

Hadiselere at gözlüğü ile değil de analitik bakmayı beceren bir kişilik…

Anne tarafından demokrat partili, baba tarafından da CHP`li olması hasebiyle bugünkü liberal düşünceye gelme noktasını tarif eden kişilik.

Kim mi?

Alın Size bir adet Hisarcıklıoğlu denemesi

MEHMET NATIK`ın izlenimleri

Ergenekon meselesinde Rıfat Hisarcıklıoğlu ATO Başkanı Sinan Aygün’ün gözaltına alınmasına sert tepki gösterdi ve ATO Meclis toplantısında, ATO Başkanı Sinan Aygün`ün darbe günlerini hatırlatan bir şekilde gözaltına alındığını ve bunu kabul etmediklerini belirtti.

Hisarcıklıoğlu, Sinan Aygün`ün bu tip işlere karışmış olduğuna inanmadıklarını söyledi ve olayı kınadıklarını açıkladı.

Bu sözler Hisarcıklıoğlu`na ait; Bu camia din ve ifade özgürlüğü olmak üzere tüm özgürlüklerin savunucusudur. Bu camianın bir temsilcisi darbe günlerini hatırlatan bir şekilde gözaltına alındı.

Bunu kabul etmiyoruz.

ATO`nun Yönetim Kurulu Başkanı Sinan Aygün’ün hiçbir açıklama ya da suçlama yapılmadan gözaltına alınmasını kınıyoruz.

Kamuoyu vicdanına uygun yöntemleri vardır.

Davet edilseydi ifade vermeye giderdi. Demokratik yollarla bu göreve seçilmiş saygın birine yapılmış bu muameleyi hepimize yapılmış kabul ediyoruz.

Cumhuriyetin şerefi adaletidir.

Cumhuriyeti korumak için bunun dışına çıkılmamalıdır.

Yargıya yönelik inancımız tamdır.

Ama şeffaf olmalıdır.

Sayın Sinan Aygün tabi tutulduğu muamele kabul edilemez.

Akşam yatarken sabah nasıl bir Türkiye ile uyanacağız kaygısı ile yaşamak istemiyoruz.

O ESASEN ZENGİN BİR İŞADAMI

Gelin biraz kendisini tanımak için geçmişe gidelim ve tepkinin böylesine sert verilmesinin nedenlerine bakalım…

Belki bir şeylere rastlarız…

Rıfat Hisarcıklıoğlu hali hazırda TOBB başkanı…

Nuh Çimento, Nuh Makarna, Eskiyapan Holding, Türkiye’nin önemli sanayi kuruluşlarından biri. Hâlâ şirketlerin yönetim kurulu başkanı ve üyesi.

Bunun yanı sıra İşadamı kimliği ile irtibatlı olduğu iş çevrelerine göz atıldığında bol unvanlı bir kişilik çıkıyor karşınıza…

Ak partiye açılan kapatma davası sonrası ısınan hava ve bol gerilimli ortam sonrası bir uzlaşma lafı ortaklıkta dolaşırken “herkes bir adım geri atsın” vecizesinin mucidi…

Nuriye Akman ile yaptığı röportaj ki kendi ifadesiyle siyasi anlamda her türlü evreyi geçirmiş bir isim…

İslamcılığın olmadığı ama fikri platformda, o işin mantığını kapma anlamında okuyarak görerek şartların gerektirdiği biçimde sağdan sola her ortamda bulunan bir kişilik…

Adını hatırlayamadığı bir filozofun deyimiyle belirli bir yaşa kadar solcu olamayıp da belirli bir yaştan sonra kapitalist düşünceyi kabul etmeyene giydirmesinde kendisini bulan kişilik…

Solculuğunu Behice Boranların, Çetin Altanların aktif olduğu dönemlere denk gelen gençlik yıllarında düzenlenen mitinglerde ser de olan Kayserilikle meydanlarda su satarken kulağına giren ve slogan olarak kafada kalan bir bir şeylerle etkilenmesi sonrasında tanımlayan bir kişilik…

Bunun neticesinde hadiselere at gözlüğü ile değil de analitik bakmayı beceren bir kişilik…

ANNE TARAFINDAN DEMOKRAT DA...

Anne tarafından demokrat partili, baba tarafından da CHP’li olması hasebiyle bugünkü liberal düşünceye gelme noktasını tarif eden kişilik.

“Ben doğmuşum, Amerika’ya gitmişiz. Babam askerî doktor. Oradaki Türk kolonisi içinde de Alparslan Türkeş var; askerî ataşe.

Genelde ulusalcı bir tavrım var.” sözleri ile çizgisini tarif eden kişilik…

Ona göre ulusalcılıkla milliyetçilik arasında fark yok…

Avlanmayı seviyor ve kendisine göre güzel bir spor…

Rahmetli Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde onun teşvikiyle yeni kurulan MÜSİAD’a giren daha öncesinde yerini dahi bilmediği ATO’da meclis üyesi olunca orayı bırakan ve gerekçesini de buranın meselelerinin daha büyük olması ile açıklayan kişilik…

Yani Özal’ın teşvikiyle yürü ya kulum…

Ama ilk zamanlarda ATO üyesi olduğu için başka kuruluşlara üye olmayı ihtiyaç duymayacak kadar yeterli görüyor…

TÜSİAD’a üye olmamasına ise davet gelmemesini gerekçe gösteriyor…

1992 de ATO başkanlığına aday olduğunda kaybedişini erken zamana ve gençliğine veriyor…
1991 de TOBB delegesi olduğunda başkanı olmayı kafasına koymuş ve hedefini o zamandan belirlemiş…

Kamuoyu onu Fuat Miras’ın 100 milyon dolarlık KOBİ kredisini Eximbank’ın nasıl kullanacağına dair tartışmalı bir ortam sonrası ani bir karar neticesinde istifası sonrasında Başkanvekilliğini deruhte ettiği TOBB’nin başkanı olması sonrasında daha yakından tanıdı…

1000 delegesi olan ve 133 konsey üyesini seçen TOBB’da bu 133 kişi de, 15 kişilik yönetim kurulunu; 15 kişi de kendi içinde başkan ve yardımcılarını seçiyor...

Delege seçildiği 1991 de koyduğu hedefe Fuat Miras`ın `istifası`nın kabul edilmesinden sonra kalan 14 kişiden 6`sı boş oy atarken, 8`i Rıfat Hisarcıklıoğlu`na oy vermesi neticesinde ulaştı…

Tam bir komitacılık örneği.

Saray darbesini çağrıştıran bir seçim…

Her ne kadar başkanlığını 1000 delegesine borçlu olduğunu ifade etse de TOBB’a nasıl başkan olduğu açık…

ATO Meclisi üyesiyken, Sinan Aygün onun verdiği destek neticesinde başkan olmuş ve bu sayede de Odalar Birliği yönetimine girmiş...

Sinan Aygün’ün başkanlığına verilen desteği ise "Onda kabiliyet varmış, ama büyük destek olduk." sözleri ile açıklıyor…

Verilen bu destek sonrası ise kendisinin TOBB başkanlığına gelmesinde Sinan Aygün’ün desteği var ve “Bunu iyilik yap denize at” sözüyle tarif ediyor…

Yani destek yol su elektrik ve baraj olarak geri dönmüş…

Al gülüm ver gülüm…

VEFA İSTANBUL`DA SADECE BİR SEMTİN ADI MI?

İnsan elbette iş ortağına destek verecek…

Ama Vefa böyle bir şey mi???

Böyle yorumlayabilir miyiz meseleyi???
Ne demek oluyor şimdi bu???

Gözaltılara tepki gösterenlerin konumları, makamları ve mevkileri, meseleye yaklaşımları böyle mi olmalı?

Siyasilerin yaklaşımları bir nebze anlaşılabilir ama TOBB Başkanının işadamı kimliğini öne sürerek ATO Başkanının gözaltına alınmasından dolayı gösterdiği tepkiyi kınama ile süslemesi anlaşılabilir gibi değil…

Burada asıl sorgulanması gereken galiba ATO gibi bir kurumun başkanının ismi neden böyle bir soruşturmada geçiyor ve gözaltına alınacak kadar meselenin içinde mi şeklinde olmalıydı…

Bu durum emekli generallerin ve gözaltına alınan diğer devletten makamlı, geçimini devlette yüklemiş insanlar için de geçerli olmalıydı…

Ama acı olan böyle bir şeyin sorgulanmamasıdır…

Gözaltı durumu tutuklu yargılanmaya dönüşmüşse ortada sıkıntı var demektir…

U dönüşlere bakılırsa tuzun koktuğu yerdeyiz galiba…

mehmetnatik1@gmail.com
www.cafesiyaset.com Kaynak:Cafe Siyaset

27 Ocak 2010 Çarşamba

Ardıç'tan çağrı: "Ağustos Ayını Beklemeye Mecbur Değilsiniz"

GöZLEMε
sstirit@msn.com


Paşam, her zaman söylerim, Atatürk'e ve Atatürkçülük'e en fazla zarar verenler, şeriatçılar değil, onu karanlık emellerine alet etmeye çalışanlardır.
Atatürk, orduya "darbe planları hazırlayınız" dememiştir.
Ordu, "sahte Atatürkçü'lerden" arındırılmak zorundadır.
Bu temizliği ya siz yaparsınız ya da bu iş "sivillere" kalır, hangisi ordunun itibarı açısından daha sağlıklıdır?
Paşam, "kol kırılır yen içinde kalır" mantığı kolu da kaynatmıyor, yenin de ütüsünü bozuyor.
Paşam, yanlış yapıyorsunuz.
Fakat çok zor durumdaysanız, ağustos ayını beklemeye de mecbur değilsiniz.
Necip Paşa gibi emekliliğinizi kendiniz isteyebilirsiniz, şimdi, yedi ay daha beklemek zorunda kalmadan...
Emekli olunca belki daha rahat da konuşabilirsiniz.
Çünkü, kaderin getirip sizi koyduğu bu çok ilginç dönemeçte, örneğin bir Hilmi Paşa'nın "duruşunu" sergilemediniz.
O çok kararlı davranmıştı, hem de bunu sağda solda hiç konuşmadan yaptı, siz bocaladınız.
Paşam, bu bocalamanın hem orduya zararı dokunuyor, hem ülkeye, hem de size....
Zor geliyorsa daha fazla zorlamayın, bırakın paşam.
Verin dilekçeyi, gelin Boğaz'da rakı içelim.
Siz de rahatlayın, biz de.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2010/01/27/ilker_pasaya_mektup

hisseli kıssa ..!

GöZLEMε
sstirit@msn.com


Minik kuş fıkrası gibi. Hani tam donacakken inek üstüne dışkısını yapar. Dışkının sıcaklığıyla kuş kendine gelir, cıvıldamaya başlar. Böylece kuşu fark eden kedi onu yer! Kıssadan hisse: 1) Sizi boka sokan herkes düşmanınız olmadığı gibi, 2) Boktan kurtaran herkes de dostunuz değildir! Fıkranın, "Bokun içine düştüyseniz çenenizi kapalı tutun" diye üçüncü bir hissesi daha var ama o konumuza dahil değil.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2010/01/27/saf_demokratlik_dogru_bir_tavir_mi

25 Ocak 2010 Pazartesi

ASKERÎ DİPLOMASİNİN BEDENE BÜRÜNMESİ

GöZLEMε
sstirit@msn.com



İlker Paşa (Pardon Paşa değil, General !!! kendisi zât-ı âlilerine paşa denmesini yasaklamıştı, göreve geldiği demlerde..) entelektüel olmayı değil, öyle görünmeyi; seleflerinin siyasi iktidarlar karşısındaki zaaf ve dirayetsizliklerini (!) gidererek askerin yeniden 'paylaşımsız iktidarı'nı pekiştirmeyi seven ve bu beklentilere cevap verici şekilde göreve geldiğini her yönüyle ihsas edici eylem ve söylemlerini çocukça bir tulûatla ortaya koyan, aslında üstü çizilecek kimi boş cümlelerinin sıklıkla "altını çizen" bir asker..


Başbakan ve bakanlar da dahil genelkurmay başkanlığını ziyaretlerinde (aslında teftişlerinde diyebilmek lazım..!) garip bir gelenek süregitmekte.. ziyaret sonrasında ona ilişkin ve hep aynı yerde ilgili konukla çekilmiş bir fotoğraf bizzat gk başkanlığının internet sayfasından servis ediliyor, cümle âleme..

bu haliyle herşey normal gözüküyor, bilgilendirici bir fotoğraf.. ve bir-kaç kelâm.. ama işte kemiriyor yine; zihnin dehlizlerinde demir atmayı sevmeyen kemirgen.. yerleşik alışkanlıklara ve her türlü boyunduruğa hangi bağlam içinde sunulursa sunulsun duyarlı dedantörün alarm vermesinin ışığında baktığımızda görülenler farklılaşmaktadır.

Diplomasi, yaptıklarınız kadar yapmadıklarınızı, söylediklerinizi, söyleme biçim ve bağlamını, susma durum ve mahiyetini önceler.. bu nedenledir ki şöyle bir paradoksu başka hiç bir alanda göremezken diplomaside sıradan bir durum olarak karşımıza çıkar: "anlaşamadığımız üzerinde anlaştık" evet anlaşamayacağımız değil, şu an anlaşamadığımız.. bu anlaşamayış, başkaca konuların görüşülmesine mani de değildir ayrıca.. bu nedenledir ki bir yandan savaşan taraflar aynı zamanda masada el sıkışıp, konuları görüşmektedirler; hattızâtında savaşlar ve yapılan barışlar etki güçlerini silahlardan çok masadaki donanımlarına borçludurlar.. bizim dışişlerinin yıllarca belirli kadrolarla oluşturulduğu, sağ iktidarlar döneminde bile seçilen/atanan bakan ve kadrolara bilhassa önem verildiği dikkate alındığında konunun ehemmiyeti anlaşılacaktır. Tüm bunlar, aslında her alanda yetiştiği varsayılan askerin kurmay kesiminin diplomasiyi de iyi bildiği, bilmesi gerektiği ve vereceği mesajı bu yönüyle de verdiği, bu bakış açısıyla bakılmadığında gerçekte nelerin olup-bittiğini anlamakta müşkülat yaşanacağını göstermekti murad..

bu serimlemeden sonra ve bunların oluşturduğu bakışaçısıyla aşağıdaki fotoğraflara bir bakalım.. fotoğrafların her birinde değişmeyen bir kişi var; ancak onun halleri her fotoğrafta ve yanındaki kişinin kim olduğuna göre değişiyor.. aynı fotoğraf karesinde olunsa da kimden hazzedip hoşnut olduğunu ve kime mesafe koyup (Allah'tan henüz posta(l) koyma değil!) uzak durduğunu anlayabiliyoruz.. kiminde beşûş bir çehre varken kiminde bed bir bakışın bönlüğü eşliğinde alınan tavırlar var.. tek tek bakıldığında anlaşılmakta güçlük oluşturan bu kareler, yanyana altalta bakıldığında daha bir anlam kazanıyor.. işte o zaman anlaşılıyor, gerçekte 'rol' kesildiği, içten değil eğreti durulduğu, bedenin dilinin ifşaatı.. anlaşılıyor esas duruşta(ymış) gibi yapılırken esasta ne tür hinliklerin kurulduğu ve kurumsallaştığı.. söz bu kadar.. şimdi konuşsun fotoğraflar..



Başbuğ ne kadar da şaşkın.. Gül ne kadar da yorgun.. biri başkomutan.. diğeri onun sevk ve idaresi altındaki duyduklarına "emredersiniz"den başka birşey dememesi gereken asker..

başka bir anlatımla hangi astı başbuğun yanında bu şekilde manalı ve umursamaz bir şekilde "poz" verebilir.. verebilirse n'olur..






Devletin iki numarasının yanında nispeten nötr ancak yine hoşnutsuz bir ifade..

acaba 'bu adam' gerçekten bir rus ifadesine mi sahip düşüncesine garkedici donuk bir bakış..

gelmişsin "adet yerini buldun" tarzı bir edâ..








önceki iki numara..

belli ki daha "makbul" birisi..

nasıl olur dudakları âdeta doğuştan 'büzüşmüş' kişi burada yayvan bir hal aldırmış kıvrımlarına..










işte bu dananın kuyruğunun koptuğu an..

yanındaki kişi bağlı olduğu 'amir'i..

yüzdeki ifadeyi en iyimser bakış açısı bile olumlu bir sonuç çıkarabilir mi!?

üst olmaklığını bir kenara bırak, koskoca bir ülkenin başbakanı yanında.. bu 'suratsızlık' da ne oluyor be adam ..!





Generalimiz kendi başbakanından esirgediği yarı tebessümü göstermekten imtina etmiyor, her nedense.. bu zât hani hep böyleydi ve tebessüm ettiği görülemezdi..

ciddiyetle asık suratlılığın..
bön ve boş bakışla asaletin.. farkına varan varır bir gün..








ne kadar da isteksiz ve memnuniyetsiz..















başbakanının yanında bile tebessüm etmemişken senin yanında güleç olacağımı sanma babacan.. burası ciddi bir kurum yanımda öyle gülüp durma bakışı..

çoluk-çocuğun idareci olduğu bir yerde yaşayıp onları 'ağırlama' eziyeti..









kadın zerafeti ve mesafeyi ortadan kaldırıp başbuğ paşaya yaklaşmışken ve fotoğrafa samimiyet çabası ortadayken nasılda bir uzaklaşma..

kadın olabilirsin ama sivilsin..

hele de tayyipin bir bakanı..










paşayla fotoğraf çektirdim.. yaşasın onunla aynı fotoğrafa girdim sevinci..

ne var bunda bu kadar sevindirik olacak canım..













Allah.. Allah.. bu gülebilen paşa bizim paşa mı..

vallahi inanmam.. kesin oynanmış bu fotoyla..













Yine asker konuk .. yine gülümseme..
















hayret yine gülebilirken pozlanıyor paşa hazretleri..

bu paşa mevkidaşlarıyla gülüyor, amirleri ve komutanları karşısında somurtuyor.. saygıdandır.. saygıdan..





























































Demek ki neymiş..

İlker general çektirdiği fotoğraflarla pekâlâ söylemek istediklerini söyleyebilirmiş..

sivillere pek bir mesafeliyken üniformalılar yanında daha sevecen olabilmeyi başaran paşayı kimse sakın "yabancı seviciliği"yle açıklamasın.. ne mümkün.. belli ki daha ziyade 'genç subaylar'la 'kart siviller'e verilen mesajlar var bu pozlarda..

19 Ocak 2010 Salı

Kuklalar ve Kuklacılar

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Televizyon kanallarındaki açık oturum şeklinde düzenlenen programlar çok ilginç özellikler taşır.

Her hangi bir konu tartışılırken aynı zamanda katılımcıların mesaj vermelerine de imkan sağlar...

Ya da gündeme gelmesi istenen bir mesele bu tür programlarla ideal kıvama getirilerek pişirilmesi sağlanır...

Bu programlar rastgele yapılmaz, bir program dahilindedir... Herkesin bir çıkarı ve menfaati vardır ve her çıkara ve menfaate hizmet etme potansiyeli vardır...

Al gülüm ver gülüm halleri genel karakteri yansıtır...

Programı hazırlayan ve sunan samimi duygularla çok izlenen reytingi yüksek bir performansı arzulayabilir ama reyting hesabını yapanlar sadece onunla sınırlı kalmaz...

Programı yapan özel olarak bir organizasyon içinde değilse bile kanalın yayın politikasını belirleyenlerden tutun da içeriği, katılımcılar ve kısaca aklınıza gelen herkes ve her kesim rant devşirmenin hesabını yapar...

Herkes ve her kesim kendi payına düşeni mutlaka alır...

Kimi az kimi çok...

Ama mutlaka paylaşılan bir rant vardır...

Bu tür açık oturumların katılımcılarının daha sonra sergiledikleri performansa göre yıldızlarının parladığına şahit oluruz...

Bunlar her meslek grubundan insan tipleri olabilir...

Bir kısa parentez açarak hatırlatalım bu bahsettiğimiz programlar sabah şekerleri cinsinden olanlar değil tabii ki...

Ağırlıklı ülke siyasetine matuf programlar...

Katılımcılar da tabii ki ve de doğal olarak bu konularda söz söyleme hakkını kendinde görenler ya da bir başka deyişle bu konularda söz söyleme hakkına sahip olmasına karar verilenler ile akademik çalışmaları sayesinde ön plana çıkmayı başarabilenler ve çıktıkları yerlerde tutunmayı başarabilenler ve dahi her konuda kendilerini -bazılarının hakkını yemeyelim- la yu'sel bir konumda sorumlu sorumsuz konumları itibariyle söz söyleme hakkını kendinde gören gazeteci taifesi olur...

Yine doğal olarak siyasi parti temsilcileri gündemdeki konulara göre iktidarı temsil ediyorsa mevcut politikayı savunmak için muhalefeti temsil ediyorsa eleştirmek için baş köşelerde yerlerini alırlar.

Bir de bizim ülkemize mahsus bir durumun gereği ile statükoya, ya da Ergenekonvari yapılanmalara hizmet sunanlar da her türlü kimlikle bu programlarda yer tutarlar...

Bu saydığımız katılımcıların kahir ekseriyeti maaşını milletin verdiği vergilerden alan devlet bürokrasisinin her türlü kademesinde ya el'an görevlidirler ya da emekli olarak maaş olmaya devam edenlerdir...

Davul başka boyundadır ama tokmağı hiç ellerinden bırakmazlar...

Çünkü artık tokmak ellerinden bir parça olmuştur...

Bunlar elleri taşın altında olmadıkları halde çok rahat konuşma imkanına sahiptirler...

Malumatfuruşluğun yanı sıra samimi duygularla yanlış giden politikaları eleştirmek ve doğru olanları göstermek için çırpınışlar gözden kaçmaz...

Hasbelkader çırpınışlar ve tespitler vardır...

Bu çırpınış ve tespitler bazen yankısını bulur ve fikirleri dikkate alınır...

Değerlendirilirler...

Fikirlerinin uyuşabileceği düşünülen her yapı onlara teklifte bulunur...

Malumatfuruş olan veya şöhret olma sevdalıları da bundan nasibini alır....

Onlar da kişisel menfaatleri için sarfettikleri çabanın karşılığını bulur...

Bunlar da bir yerlerde değerlendirilirler...

Bunları değerlendirenlerin sezgileri çok önemlidir...

Sezgileri ile bilinçli teklif götürenler bunlardan ve düşüncelerinden azami fayda sağlar...

Çünkü onlar ne istediğini bilir teklif edilenler de ne vereceğini bilir...

Bu durumda olup ta yıldızı parlayanları hem iktidar olan parti saflarında hem diğer parti saflarında hem de başka mihrakların saflarında hizmet kervanına katıldıklarını görürsünüz...

Bu hal sürekli bir döngüdür...

Burada bir mim koyalım...
Eskiden bu iş nasıl oluyordu diyenlere cevap olsun...

Eski imkanlarla tabii ki bu işler kendi çapında oluyordu ama dar alanda olduğu kadar ile...

Bu tv programları ve gazete sayfalarında görüşlerini ifade etme imkanı pazarı genişletti...

Bununla beraber bu bahsettiğimiz gruplar arasında sistematik olarak durumdan vazife çıkararak topluma nizamat vermek isteyen toplum mühendislerinin çokluğu da gözlerden kaçmaz...

Bu toplum mühendisliğine soyunanlar bu insanların içinden çıktığı gibi sistemli ve gönüllü taifeden de çıkar...

Gönüllü taife zaten bir çıkara hizmet etmektedir ve Katılımcılar da tabii ki ve de doğal olarak bu konularda söz söyleme hakkını kendinde görenler ya da bir başka deyişle bu konularda söz söyleme hakkına sahip olmasına karar verilenler cümlesinde kendilerini bulurlar...

Şimdi bu kadar analizi niye yaptık ya da niye bu kadar uzun bir giriş yaptık ona bakalım...

NTV tv kanalında bir açık oturum sunucu Murat BİRSEL konuklardan birisi Mine KIRIKKANAT, kendisi bir gazeteci, gündem malum; mevcut siyasi meseleler ve iktidarın icraatları...

Mine Hanım yüzüne yayılan ilginç bir gülümsemeyle ülke siyasetine dair engin görüşlerini açıklarken sözü ülke yönetimine getiriyor ve bunu ABD ve diğer uluslararası güç ve siyaseti yönlendirme odaklarına getirerek Türk siyasasını ve devletini aciz bir konuma yerleştiriyor ve geçmiş yaşanan siyasi istikrarsızlıklardan ve hükümetlerin ve dahi devlet yöneticilerinin beceriksizlerini bir bir sıralıyordu...

En sonunda sözü getirdiği nokta...

Bu ülkede iktidara gelenler her şeyi berbat ediyorlar bize de sıkıntı veriyorlar en iyisi biz duruma müdahale edelim derlerken bir de bakıyorlar ki Recep Tayyip Erdoğan diye birisi parti kurmuş....

Biz bunlara kol kanat gerelim bunlar iktidar olsunlar...
Zaten İMF politikalarını uygulattık bize bu politikaları devam ettirecek, istikrarı(!) sağlayacak bir iktidar lazım diye bunların iktidar olmalarının zeminini sağladılar diyor...

Daha buna benzer farklı ifadeler...

Kusura kalmayın söylediklerini birebir aklımda tutamadım ama genel çerçeve bu...

Tabi açık oturumun gündemi mevcut siyasi meseleler dediysek de yasadışı yapılanmalar ve Ergenekon meselesi de tartışmanın bir cüzü...

Ve dahi iktidarın mevcut gündeme dair her meselede tutumu...

Mine Hanım 7 yıl sonra uyanmış ve farketmiş ki iktidar bir kukla ve kuklacıların kökü dışarıda...

Sunucunun ve diğer katılımcıların itirazlarını ve sözlerine getirmeye çalıştıkları eleştirileri duymuyor bile...

İyiye dair ne varsa silip süpürüyor ve meşhur sivil dikta söyleminin zemine sağlam taşlar döşüyor...

Hukukdışı yapılanmaların cansiperane savunuculuğunu yaparak dezenfermasyonun farklı bir şeklini uyguluyor...

Onun hedefi belli izleyici kitlesinin kafalarında oluşturmaya çalıştığı soru işaretleri...

Gelelim bir diğer açık oturuma HABERTÜRK kanalı ve Yiğit BULUT'un SANSÜR'üzü

Konuklardan birisi naif hukukçu her görüşe katıldığını uzun uzun ifade eden ardından da amalı bir cümle kurarak her şeyi yıkıp eyledi viran mantığına sahip Prof. Süheyl BATUM...

İlginçtir onunda söyledikleri Mine Hanım'ın söyledikleri ile birebir örtüşüyor...

Ağız aynı ağız, söylem aynı söylem...

Bir torna tezgahından çıkmış gibi...

Taşlar yerine oturuyor...

Bir tezgahın içindeyiz...

Bu yargıya nereden mi vardım...

Ülke gündeminde oluşturmaya çalışılan yeni tartışmalar bu söylemlerin yalnız bunlar tarafından dillendirilmediğini, farklı versiyonlarının daha başkaları tarafından da dillendirildiğini görüyoruz...

Senaryo aynı senaryo...

Tezgah aynı tezgah...

50 yıldır sergileniyor...

Tabi yerseniz...

Senaryoyu hazırlayan tezgahtarların gözden kaçırdıkları ise hiç bir şeyin artık gizli kalmayacağı gerçeği...

Modern zamanlarda her oyun çok çabuk deşifre oluyor ve kuklacılar da kuklalar da kral çıplak çığlıklarının arasında sahne ışıklarının üzerilerine çevrilmesine sebep oluyor...

Gösteri dünyasına hoş geldiniz...

Bu programlardan hoşlanmamak elde değil...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Yargı Taraftır

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com
Evet yargı taraftır...
Tarafsız yargı olamaz...
Bu konuda süregelen tartışmalar ve yapılan spekülasyonlar akıl karışıklığına sebep olmaktan başka bir amaca hizmet etmez...
Yargı bağımsız olmalı diye bas bas bağıranlar, Yargı siyasallaşıyor diye yeri göğü inletenler aslında asıl olması gerekeni gözlerden uzak tutmaya çalışıyorlar...
Nedir asıl olması gereken???
Adalet Adalet Adalet...
Aslında gözümüzün önünde duran ve haksız uygulamaların ayyuka çıkmasıyla sanal hale gelen, esas olarak sürekli istismar edildiği için zihinlerde yeri olmasına rağmen algıda bozukluk oluşmasıyla sanal hale gelen ve yeniden algıda asli yerini alması gereken kavram...
ADALET...
Üstteki linkte tarafsızlığa vurgu var...
Sabah yazarı Emre Aköz bu yazısında olduğu gibi nicedir her fırsatta tarafsızlığa vurgu yapar.
Ve bu tarafsızlığa daha önce Mehmet Barlas da temas etmişti...
Hiç şüphesiz tarafsızlıktan kasıt adil olunması isteğidir....
Ama tarafsızlığa yapılan vurgu amacı arka plana atmaktadır...
Dolayısıyla asıl dillendirilmesi gereken tarafsızlık değil Adalet olmalıdır...
Vurgu asıla olmadığı içindir ki adı ADALET olan bakanlığın her türlü alt yapısını hazırladığı yargı bürokrasisi bu bakanlığa dahi üzerimizde baskı kuruyorsun diyebilmektedir...
Evet yargı tarafsız olamaz çünkü yargı adaletten yana taraftır ve adil olur...
Bizde adaleti temsil eden gözün kızın gözüne bağlanan örtünün dahi anlamı kaydırılmıştır..
Örtü taraflar arasında adil olunması için etki alanının dışına taşmamayı temsil edeceği yerde mahkemelerde alınan haksız kararların görülmemesini sağlamaya dönüşmüş...
Adalet duygusu yok olduğu için de aynı mahkeme birbirine zıt kararlar alabiliyor...
Mahkemeler ve hakimler kendilerini herşeyin üzerinde görüyor...
Aldıkları kararları açıklarken de Türk Milleti Adına üst başlığını koydukları zaman eller ve kollar bağlanıyor...
Hakimler hakem olması gerekirken garip bir kelime oyunu ile yargıç oluyor...
Hakim yargıç olurken mahkemeye yeni bir isim bulmuyor ve bulamıyorlar...
Oynanan oyun da içi boşaltılmış mahkeme kavramının ifade alanını oluşturduğu sahnelerde sergileniyor...
İsminin başına onursal(!) yakıştırması yaptıkları mütekaidler de kalkıyor kendisini ilgilendirmeyen her konuda konuşup etki alanı oluşturuyor...
Bizde bir söz vardır "Yalanın binası olmaz" diye...
Herşeyini yalan üzerine kuran bir zihniyet mülkün temeli olan adaleti de yalan üzerine kurduğu için yıkılan binayı yine yalan üzerinden ayakta tutmaya çalışıyor...
Yalanın ve yalanlamanın en son durağı bile sayılmayan adaleti sağlayan kurumlardaki zihniyet sanal alemde yaşamak için ısrarlı çabalarını sürdürüyor...

14 Ocak 2010 Perşembe

Uyuşturucu ve Uyuşturanlar ve Uyuşturulanlar

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Ne zamandır aklımdan geçirdiğim lakin bir türlü elimin varmadığı bir mesele...
Uyuşturucu ve uyuşturanlar...

Ne zaman tv haberlerinde emniyet mensuplarının uyuşturucu satıcılarına yönelik operasyonlarının ve ele geçirilen uyuşturucu miktarının yüksekliğini görsem yüreğim bir cız eder...

Bu akşam yine haber saatinde bir operasyon haberini aktaran özel bir tv'nin sunucusu geçen yıl ele geçirilen miktarın 9 ton olduğunu da aktarınca elim gayrı ihtiyari klavyenin tuşlarına gitti...

Uyuşturucu meselesi önemli bir mesele lakin bu konu ile ilgili yazılı ve görsel basında aktarılanlar sadece uyuşturucu çetelerine yapılan baskınlar ya da nakil esnasında bir ihbarı değerlendiren narkotik şube polisleri diyerek devam eden bilgilendirmenin ötesine geçmeyen haberler...

Yeşilay ve benzeri bir kaç kuruluşun çalışmaları malumunuz uyuşturucunun ne menem bir pis alışkanlık olduğunu anlatmaya çalışır...

Bir de emniyet mensupları rutin olarak özellikle gençlerimize okulla vasıtasıyla ulaşarak tehlikenin farkına varmalarını sağlamaya çalışır...
Bunun için her türlü tanıtım vasıtasını da değerlendirirler...

Gelin görün ki uyuşturucu kullanma yaşının gün geçtikçe daha da küçüldüğü de gözlerden kaçmaz...

Uyuşturucunun zararlarını anlatan her türlü faaliyetin getirisi gençliğe idol olarak sunulan magazin, sosyete ve adı sanat dünyasının meşhuru olarak anılan bir şarkıcı veya sinema oyuncusu veya halkı bilgilendirmeye aracı olan bir gazetecinin uyuşturucu aleminde yakalanmasıyla uçar gider...

İdol olarak gençliğe sunulan şahısların kullanıcı olması onlara özenen genç kitlenin bir kısmını etkilemesi kaçınılmazdır...

Sıklıkla verilen bu tür haberlerin yanı sıra bu meselenin aktarılış tarzı ve sıradanlaştırılması uyuşturucu kullanımının geçlik ve halk nezdinde kanıksanması gibi bir duruma yol açmaktadır...

Savaş ve ölüm kokan bilgisayar oyunlarının çocukların nezdinde ölümü ve kan görmeyi sıradan hale getirmesi gibi...

Bu kanıksama halinin getirdiği sonuç kaçınılmaz olarak duyarsızlık duygusunun tetiklenmesi demektir...

Duyarsızlık duygusu ise gerçek bir durum ile yüzyüze gelindiğinde insanı travma veya duyarsızlığın getirdiği vicdani duyguların körelmesi haliyle karşı karşıya getirir...

Her iki hal de tehlikelidir...

Görüldüğü gibi sonuç ortada...
Siz ağzınızla kuş tutun...

Dibi delik ve çatlak kayık misali siz bir yandan kayık batmasın diye var gücünüzle suyu dışarı atarken o delik ve çatlaklardan zahmetsizce daha da fazla sızmaya devam eder...

Hele hele siz deliklerin ve çatlakların oluştuğu esnada ihmal davranmışsanız...
Ya da başka hesaplarla bunu görmezden gelmişseniz...

Bugün geldiğiniz noktada ise çaresizce çırpınırsınız...

Bu illet topluma bir girmiş ya vücuda giren hastalık gibi kolay kolay çıkmaz...
Anadolu da bir tabir vardır "Dert batmanla girer dirhemle çıkar" derler...

Elbirliği ile çıkmaması için çaba sarf ediyorlar...

Kimse söylemeye cesaret edemiyor ama müşahede edilen ve son zamanlarda daha da belirgin halde gözler önüne serilen gerçek iyice gün yüzüne çıkmaya başladı...

Bu illetin ticaretini yapanlarla satıcıların ve yanı sıra nakil esnasında rahatı sağlanan yollar arasında oluşturulan işbirliği çok cazip hale getiriliyor ve kullanıcıların hayatları üzerinden kirli bir zenginliğin önü açılıyor...

Silahlı bürokraside ve sınır boylarında bir kısım devlet memurlarının bu ticarette adının geçmesi piyasadaki kirliliğin boyutlarını ve vehametini gözler önüne seriyor...

Şemdinli Komisyonu'na ifade verirken “Hırsız içerdeyse kilit işe yaramaz” diyen Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun'un deyişiyle kilit pek işe yaramıyor...

Ülkemizin uyuşturucu ile ilgili sicili her ne kadar bir zamanlar nerede ise ABD tarafından devlet eliyle uyuşturucu ticareti yapan ülkeler sınıfına dahil edilecek kadar mimli bir hale gelecek idiyse de ve yıllar boyu uyuşturucunun transit geçiş güzargahı olarak adı zikredilse de kendi halkımızın bu ibtilaya maruz bırakılması bu kadar yaygın değildi...

Benim gözlemlerime göre uyuşturucunun ülkemiz içinde yayılmaya başlaması 1990'lı yıllarda Sapanca üçgeni diye tabir edilen bölgede ve diğer yerlerde adı pkk ve uyuşturucu ticareti ile birlikte anılan bir takım kişilerin faili malum(!) -galiba meçhul demeliydik- cinayetlere kurban gitmeye başlamasından öncesine dayanır...

O günleri bilen bilir...

Uyuşturucunun Avrupa ülkelerine aktarılmasına göz yumanlar daha iyi bilir...

Bu dış piyasaya gönderilen uyuşturucunun bir kısmının gittikçe artan bir trendle iç piyasaya aktarılması içeride uyuşturucu kullanımının artmasını tetiklemiştir...

Uzun yolda yakalanma riskinin artmasının yanı sıra yolun kısalığı dolayısıyla daha kolay elden çıkarılması ve başka hesaplar da göz önünde bulundurulunca bugün karşımıza kaçınılmaz olarak bu tablo çıkmıştır...

Bugün Ergenekon nam soruşturmada adı geçenlerin ve onların geçmişteki uzantılarının adının o günlerin dokunulmazları olarak hüküm sürenler olduğu göz önüne alınacak olursa ne dediğimiz daha net olarak anlaşılacaktır...

Bugün yaşananların kökünü daha derinlerde aramak lazım geliyor...

Dememiz o ki sorun tek boyutlu değil...

Bizim gördüklerimize gelince buzdağının küçük bir kısmı...

O günlerde bu duruma göz yumanlar bugün devasa boyutlara geleceğinin hesabını yapmışlar mıydı acaba...

Yoksa bu hale geleceğini o günden okumuşlar mıydı...
Eğer okumuşlarsa bu çok daha vahim...

Zira ülkemizin genetiği ile oynamanın bir başka versiyonu ile karşı karşıya olduğumuz unutulmasın...

5 Ocak 2010 Salı

Algıları Yanlışa Zorlamak

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


Ergenekon nerelere kapı açtı görüyorsunuz değil mi?
Her gün yeni bir şey tartışılıyor...

Şu son günlerin tartışılan konusuna gelince; Özel Kuvvetler Komutanlığı ve bünyesinde yer alan Seferberlik Tetkik Kurulu...

Bu kurulun şahsında bir de tartışılan bir şey daha var bu kurumların geçmişi...

Cumhuriyetin kurucu zihniyetinin garip refleksleri var...

Geçmişi kurgularken yapısına uygunluğu öyle güzel kurguluyor ki düşünen kafalar şapka çıkarmak zorunda kalıyor...

Bu zihniyetin tezahürünü bugün yaşanan hukuk dışılılığı savunanların ifadelerinde görüyoruz...

Çoğunluğun azınlığa tahakkümü, tek parti diktatörlüğü, yargıyı siyasallaştırıyorlar gibi vecizeler bunların yansımasıdır...
Daha fazlası için mütekaid ve onursal(!) yargı mensuplarının sözlerine, solculuk iddiasında bulunan pozitivist zihniyetli, din karşıtı gazetecilerin sözlerine ve CHP'lilerin sözlerine bakmak yeterli...
Diğerlerini kuyruğa ekleyebilirsiniz...

Konumuza dönelim biz isterseniz...

Yapıya uygunluk demiştik...

Biz de istihbaratın geçmişini ısrarla Teşkilatı Mahsusa ile başlatırlar...
Biraz zorlayanlar ise Sultan 2. Abdulhamid'e nispet edilen Yıldız Teşkilatını da göz ardı etmez...

Bu zihniyet garip bir biçimde işine gelince tarihte yıkılan her devletten sonra küllerinden doğan Anka Kuşu gibi devlet kurmakla övünürken kurulan ve sürekliliği sağlayan bu devletlerin istihbari teşkilatlarını hep görmezden gelmiştir...

Halbuki tarihte kurulan bütün devletler hayatta ve ayakta kalabilmek için istihbarat teşkilatlarına ihtiyaç duymuşlar ve bu yapı hep var olmuştur...

Devletler yıkılırken, isim değiştirirken yeniden inşa edilen devletlere en büyük lojistik destek gizliliğini muhafaza eden bu teşkilatlardan sağlanmıştır...

İstihbarat teşkilatı kolay uyum sağlayan yapısından dolayı intibak etmekte zorlanmadığı ve zaten yabancısı olmadığı yeni bünyede vazifesini sürdürmüştür...

Kadim geleneklerde önemi hiç bir zaman göz ardı edilmese de, 19. yüzyılın yarısından sonra etkisi daha fazla hissedilmeye ve dillendirilmeye başlanmış, tarihin en vahşi ve kanlı savaşlarına sahne olan 20. yüzyılın ilk yarısında ve modern zamanlarda, geri planda asıl savaş istihbarat teşkilatları arasında yaşanmış ve halen devam etmektedir...

Başka devletlerde istihbarat teşkilatları sürekli kendini yenilerken geçmişini inkar etmediği gibi kadim geleneklerden faydalanmanın yanı sıra tarihin tozlu sayfalarında yerini alan büyük imparatorlukların tecrübesinden yararlanmasını da bilmiştir...

Nazi Almanyasının ünlü istihbaratçısı General Gehlen'in ABD istihbaratına katkısı göz ardı edilemez...

Teşkilatı Mahsusanın en önemli şahsiyetlerinden olan Kuşçubaşı Eşref ile ABD'li akademisyen(!) Dr. Philip H. STODDARD'ın uzun söyleşileri ve onun engin tecrübelerinin ABD'ye yansıması da göz ardı edilemez...

Bizim devlet geleneğimize gelince 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan genç cumhuriyet istihbari yapıyı devralırken bir çok ismi de saf dışı etme mekanizmalarını çalıştırmıştır...

Saf dışı etme mekanizması sadece isimlerle münhasır kalmamış köklü bir geçmiş de sınırlandırılmıştır...

Engin tecrübeler daha sonra yansıyan bilgi kırıntılarında adeta yok sayılarak garip bir biçimde 1940'lı yıllar sonrasında istihbaratçılar ABD tarafından yetiştirilmiş şekline büründürülmüştür....

Fuat Doğu'nun Gehlen'in öğrencisi gibi gösterilmesi bir garabet örneğidir...

Asıl sıkıntı ve acı vereni ise adına gayri nizami harp dedikleri taktiğin sanki yeni bir şeymiş gibi sunulması ve bunu böyle söyleyenlerin bu taktiği kendi halkımıza uygulamalarıdır...

Sadesuyatirit olsun diye Taraf Gazetesinden alıntı yaptığımız http://www.taraf.com.tr/haber/46236.htm bu linkteki söyleşide doğrular ile beraber eksikliklerin olduğu gözlerden kaçmaz...

Bu söyleşide eksik kalan kısımlardan bir tanesi Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulan yapının ilk gibi lanse edilmesidir...

Kendi halkına karşı uygulamalar için doğrudur ve ilktir...

Fakat işgal altındaki Osmanlı'nın son dönemlerinde Teşkilatı Mahsusa'nın uzantısı Karakol Cemiyeti'nin faaliyetleri yok sayılmaktadır...

Aslında yok sayılması amaçlar göz önünde bulundurulduğunda garip karşılanmaz...

Zira Karakol Cemiyeti gayri nizami harbin hazırlıklarını işgal devletlerine karşı yapmış ve savunabilecek tek toprak parçası olarak gördükleri Anadolu'nun muhtelif yerlerine taşıyabildikleri kadar silah ve mühimmatı çoktan taşımışlardı...

Rivayet odur ki eğer nizami bir yapı oluşturulamaz ise en az elli yıl sürecek şimdinin deyimi ile gerilla savaşına hazırlık idi...

Bu tür bir savaşa zaten yabancı değillerdi...

İşgal ve sonrasında geri çekilme esnasında bu tecrübeyi pekiştirmişlerdi...

Güçlü oldukları dönemde ise zaten öncü kuvvetlerin düşman topraklarındaki yaptığı iş bu çerçevede cereyan ediyordu...

Fakat Osmanlı Kurmay subaylarının Anadolu'ya geçişlerinin hızlanması savaşın Anadolu'da sürdürülmesi kararı Karakol Cemiyeti'nin faaliyetlerinin de bu yapıya intibakını sağlamakta bir zorluk oluşturmadı ve entegrasyon sağlandı...

Yapı böylece çoktan dönüşümü sağladı...

Ne çare ki zamanla dış tehdit algısı iç tehdit algısına dönüşünce uyum bu şekli de kabule zorlandı...

50'lili yıllarda kominizm tehdidi ile yeniden yapılanan algılama 60'lı yıllarda devlet içinde hükümet yıkma, darbe yapma ve toplum mühendisliği algısına büründü...

Son elli yılımız bu algının esiri olarak buhran ve istikrarsızlıkla geçti...

Ayağı çarıklı erkanı harp olan halkımızı takdir etmek lazım tam bir sabır küpü gibi davrandı ve davranmaya da devam ediyor...

Son 150 yıldır nice badirelerden geçti ve geçmeye de devam ediyor...

Bize dayatılan her konuda zihin karmaşasıdır...

Rayından çıkartılan kurumlarla psikolojik harbe maruz bırakılmamızdır...

Meramımızı anlatmakta zorlansak da maksadın hasıl olduğuna dair kanaatimizi yüreğimizde taşıyoruz...

İsimler, kurumlar ve farklı amaçlara hizmet eden yapılanmalar sizleri yanıltmasın...

Teşkilatlar uygun olan yapılara zamanla daha kolay uyum sağlar ve her şey aslına rücu eder...





Gazeteciliğe Eleştiri


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com
 
ENTELLEKTÜEL FAHİŞE

Solcu, Marks'ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880 'lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete bir yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok...
Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından.
"Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da "Özgür bağımsız basın" diye birşey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye başlıyor sözlerine; "Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz çünkü. Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için haftalık bir ücret ödüyorlar. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de… Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür basının" (!)"şerefine" (!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız...
Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.
Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı.
Bizler entellektüel fahişeleriz.”

İstihbarat ve Aklı Karışıklar İçin Kılavuz


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


İnsan sırrı sever zira kendisi bir sırdır...

Sırrı sevdiği için de sırlı ve gizemli şeyler ve yapılar sürekli ilgi alanı içerisindedir...

Sırrın en cazibeli alanını ise istihbarat çalışmaları oluşturur...

En ilkeli diye tabir edilen insanlar bile konu istihbarat ve gizli görev oldu mu ciciklerini gevşetiverir...

Kabul etmeyeni dahi kendi kafasında ki normlarla bu tür yapılanmaların içinde bulunmayı ister...
Ya da şöyle diyelim...

Herkesin ve her zihniyetin kendi tarzına göre istihbari yapılanması vardır ve yapıya uygun olan bu tür kurumlar her zaman çalışacak ve çalıştıracak eleman bulur...

Bu insana yönelik yüzüdür istihbarat kurumlarının...

Bir de ana nüvesi insan olan ve gerek ırki gerekse inanca ve diğer değişik yapılanmalara dayalı olarak oluşan devletlere bakan bir yüzü var bu kurumların...

İstihbarat kurumları devletlerin varlığı ile önem kazanan devletlerin bekasına ve güvenliğine katkı sağlayan en önemli kurumların başında gelir...

Eski zamanlarda her devletin var olan istihbari kurumları çok çeşitli değilken modern zamanlarda bir çok saikle devlet içinde bir çok kurumun alan farklılığı dolayısıyla istihbari yapılanmaları çeşitlilik arz etmiştir...

Devlet bir üst kimlik olarak bir istihbarat teşkilatı kurmuş ama askeriye kendi içinde istihbari yapılanmaya giderken her bir ordu komutanlığı kendi içinde yapılanmıştır...

İç güvenlikten sorumlu emniyet teşkilatı ise kendi içinde yapılanmıştır...

Yetmemiş devlet dış tehdit endişesi ile gizlinin gizlisini de kurmuştur...

Hinderlantı geniş olan devletler ise daha da ileri giderek gelişen teknoloji ve tehdit alanlarının genişlemesi ve olası tehditleri de kendileri yaratarak daha farklı istihbarata teşkilatlarını da kurmuşlardır...

Bu kurumlar hangi ülke bünyesinde ise birbiri ile iltisakı ve ortaklıkları; söz konusu olan devletin ali menfaatları ise başarı zirve olmuştur...

Genellikle de bu kurumlar devletin ali menfaatlarının ne olduğunu bilerek çalışırlar...

Bugün dünya siyasetinde söz sahibi olan ülkelerin durumları göz önünde bulundurulduğunda fazla bir söz söylemeye gerek kalmayacak sahneler arzı endam eder...

Kayıt dışı yapılar insan unsurunun olduğu yerlerde kaçınılmaz olarak boy gösterir fakat oturmuş devlet gelenekleri bunların üstesinden gelir...

Gelelim ülkemiz özeline...

Yaşadıklarımıza bakınca yapının halen oturmadığı anlaşılıyor...

Bundan dolayıdır ki geçmişte en etkili ağızlar rutin dışı(!) tanımlamalarda bulundular...

Rutin dışı tanımlamaları sonuç olarak sarsıldığı ifade edilen devlet menfaatlarına kişisel menfaatların karışmasının tarifidir...

Bazen ülke yönetiminde söz sahibi olan insan unsurları devletin güvenlik siyaset belgesi ile kendi güvenlik siyaset belgelerini birbirine karıştırırlar...

Karışıklıkların çıkış yerleri genellikle tam da buralarda baş ve boy gösterir...

Ondan sonra da millete pirincin taşını ayıklamak düşer...

At izi it izi dedikleri, atın önünde et itin önünde ot dedikleri şey budur...

Bu yönetimi elinde tutan bir kısım insan unsuru yönetici elitin kendini farklı görmeye alışması ve içinden geldiği halkı; menfaatlarını kollaması, hizmet edilmesi gereken değil de kendine hizmet etmesi gereken unsur olarak görmeye başlamasının tezahürüdür...

Hal böyle olunca her şey kendilerine düşmanmış gelir ve düşman olarak görür...

Gizlinin gizlisi de ne zaman istikrar olsa bunu istikrarsızlık olarak görür ve taşları yerinden oynatmak için harekete geçer...

Şimdiye kadar yaşadıklarımız bunun dışa vurumu idi...

Anlaşılan o ki taşların yerine oturması için daha zamana ihtiyaç var...

Bahsi diğere gelince özel harp dairesidir, özel kuvvetlerdir, seferberlik tetkik kuruludur son zamanlarda bu tartışılmaya başlandı...

Ne zaman kuruldu kim kurdu ya da kurdurdu...

Ne nerede birbirine karıştı?

Bir sürü şey...

Bütün bunlara bir de Mehmet Natık'ın zaviyesinden bakalım daha sonra....

Bakalım o ne diyecek...

İstihbaratın tarihini kısa tutarsanız balık hafızası ile tanımları birbirine karıştırabilirsiniz...