29 Mart 2010 Pazartesi

HSYK Başkanvekiline Ödül Yakışmış

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

mehmetnatik1@gmail.com



Bu makalenin sahibi HSYK Başkanvekiline İstanbul Barosunun geleneksel hale getirerek verdiği hukuk ödülünü neden verdiğini sorgulamış ve sormuş...

Kadir Özbek bu ödülü hak edecek ne yaptı diye???

Aslında sorunun cevabı makale içinde gizli ve tersinden okunduğu zaman bu ödülü hak edecek ne yaptığı hemen görülür...

Şimdi biz tersinden gidelim... Link attığımız makaleyi bir kısmı ile yeniden blogumuza alalım...

Önce ödülün ismi:

“Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü.”


Mahmut Esat Bozkurt kimdir?
Eski bir Adalet Bakanı... Faşizan görüşleriyle tanınıyormuş....
Engin Ardıç, geçenlerde, üşenmemiş, bu büyük Türk hukukçusunun bazı vecizelerini derlemiş.
Önce maddeler halinde bunları bir hatırlayalım:
BİR- Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır, hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Bütün cihan bunu böyle bilsin.
İKİ- Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin, Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır.
ÜÇ- Türk milleti bir piramide benzer. Tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.
DÖRT- Türk devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir.
BEŞ- Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir.
ALTI- Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en belirli bir zıddıdır. Yahudiler göçebe değil asalaktır.
Mahmut Esat Bozkurt budur... Demiş...
Şimdi!!!
İnsan bir “hukuk ödülü” ihdas eder de, buna Mahmut Esat Bozkurt gibi, hangi hukuk anlayışından geldiği belli, müseccel bir faşistin ismini mi koyar? Memlekette başka isim mi kalmadı?
Diye soruyor makale sahibi...
Koyar koyar!!!
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz... zihniyet aynı zihniyet olunca başka bir isim neden aransın ki???
Diyor ki;
İstanbul Barosu bunu yapabildi işte...
Bu baroya başkanlık yapan zat, aynı zamanda, “Eşitlik, ancak eşit insanlar arasına olur” demiş, diyebilmiş bir adamdır.
Bu baro adı darbeci baroya çıkmış olan baro olunca şaşılacak bir şey olmadığının aslında görülmesi lazımdı...
Şimdi sıkı durun...
Hep de “ideolojik” kimliği ön plana çıkmış hukukçuları (Eminağaoğlu ve Kanadoğluörneklerinde olduğu gibi) ödüllendiren İstanbul Barosu, bu yılki ödülü HSYK Başkanvekili Kadir Özbek’e verdi.
deyu hayıflanıyor...
Neden hayıflanıyorsun ki???
CHP’lilerin “yapısına dokundurtmayız” dediği HSYK'nın...
Ergenekon sanığı İlhan Cihaner’e kol kanat geren HSYK'nın.
Üçüncü Ordu Komutanı Saldıray Berk’i ifadeye çağıran “özel yetkili” savcıların yetkisini kaldıran HSYK'nın.
Ergenekon savcılarının yerini değiştirmek için kararnameler hazırlayan HSYK'nın.
Her fırsatta “yargı bağımsız olmalıdır” diyen, ama yargı bağımsızlığına en ciddi darbeyi vurmuş “Genelkurmay brifingleri”ni sorun yapmayan HSYK'nın.
Gizli tanık Munzur’a yönelik CHP ilgisine gözünü kapatan HSYK'nın...
Yani bunları yapan HSYK’nın Başkanvekiline İstanbul Barosu tarafından bu “hukuk ödülü” verilmiş...
Makale sahibi Mümkündür... Herkese her türlü ödül verilebilir. demekle yanılıyor...
Herkese her ödül verilmez...
Ödül adına uygun olarak hak ettiğine inanılanlara verilir...
Benim merak ettiğim husus şu? diyor ya cevabı yine içinde...
Bu ödülün sahibi ödülü hak edecek her şeyi fazlasıyla yapmış...
Pozitivist bir anlayışa sahip halka rağmen sistemlerde ve sistemin muhafızlarında içtihad kendi mantığına ters gelene itiraz etmek, icraat ise fildişi kuleyi sağlama almak için alınan kararı ters yüz etmektir...
Bu zihniyette Hukuk felsefesine yer olmaz...
Ayrıca halkın Hukuk telakkisine ihtiyacı mı var???
Bırak Allah'ını seversen...
Sıkma canını böyle şeylerle!!!
Ödül adı ile şanı ile vatana ve millete ve de sahibine hayırlı olsun...

27 Mart 2010 Cumartesi

Mutabakat safsatası

konukyazar
konukyazar@hotmail.com

Engin Ardıç, Sabah; 27 Mart 2010

Anayasanın değişmesini istemeyenler, "açık açık reddedenler" ve "ister gibi görünüp de aslında istemeyenler" olarak ikiye ayrılıyorlar.


Tıpkı, Avrupa Birliği'ne girmeyi açıkça reddeden delikanlılar ve ister gibi yapıp taş koyan madrabazlar gibi.


Öyle ya da böyle, her iki grubun da "Allah'ın ipi" gibi sımsıkı sarıldığı bir kavram var: Mutabakat... Osmanlıcası böyle.


Frenkçesi, consensus.


Türkçesi, uzlaşma.


Bu arada "katılımcılık, çoğulculuk" falan gibi her çemiş yarı- aydının ağzına pelesenk ettiği genelgeçer laflar da pek revaçta tabii...


Fakat, uzlaşmaya asla niyeti olmayan kişilerle nasıl uzlaşma sağlanabileceği sorusuna hiçbiri yanıt veremiyor! Uzlaşma kavramı, uzlaşmak istemeyenler tarafından bir "paravan" olarak kullanılıyor!


Diyorlar ki, anayasalar mutabakatla yapılır, biz yanaşmadığımız için de, yapılmasın!


Biz de defalarca söyledik ama kalın kafalara sokamadık: Hayır, öyle yapılmaz.


O dönemde toplumda hangi "fors" ağır basıyorsa, kimin borusu öterse onun tarafından yapılır.


Tarihte hiçbir ülkede hiçbir anayasa mutabakatla yapılmamıştır.


Amerikan Anayasası için Kızılderililere mi danışılmıştır?


Fransız Devrimi'nin 1793 ve 1795 anayasalarında kralcılara mı sorulmuştur? Buna karşılık, 1814 Anayasası'nı, kral Fransız halkına değil İngiliz seçkinlerine sormuştu, İngiliz dostlarına...


Sovyetler Birliği Anayasası burjuvazinin katılımıyla mı yazıldı?


Gelelim ülkemize... 1876 yılında Mithat Paşa, Kapalıçarşı esnafının mı fikrini almıştı?


Türkiye'de 1921, 1961 ve 1982 anayasaları bürokrasi tarafından oluşturulmamış mıdır? (İlkinde düpedüz, ikinci ve üçüncüde bürokrasiye payanda olan bazı aydınların da katılımıyla...)


1924 değişiklikleri, tıpkı 1971 değişiklikleri gibi, Ankara'da bir avuç seçkin arasında kotarılmış değil midir?


1961 Anayasası için "devrik demokratlara" mı soruldu? 1982 Anayasası'nda "solun" görüşü mü merak edildi?


Haaa... Anayasa önce yapılır, sonra halka onaylatılır. Kimi zaman da hiç onaylatılmaz.


Onaylanması için gerekli "hava" da gene o dönemde toplumda borusu öten "fors" tarafından yaratılır. Bu güç, istediği sonucu elde etmek için kitle iletişim araçlarını da alabildiğine kullanır. Elde ettiği sonucu da "mutabakat" gibi gösterir.


Hani, kurtuluş savaşımızı başlatan ve yürüten ve de kazanan bürokrasinin, "halk kendiliğinden silaha sarılmış" gibi bir hava yaratması ve bunu sonraki kuşaklara böyle öğretmesi gibi...


Hani, Tekalif-i Milliye Kanunu uyarınca, uymayanın kendini İstiklal Mahkemesi'nde bulacağı ve idamla yargılanacağı "kağnıyla mermi taşıma" görevinin, "kahraman köylü vurdu sırtına mermiyi, yemeden içmeden cepheye yetiştirdi" diye pazarlanması gibi...


Emirle biraraya getirilmiş kişilerin yaptığı "ısmarlama" 1982 Anayasası için, aleyhte propaganda yapmanın yasak olduğu, zarfların soğan zarı gibi ince tutulup içindeki oyun renginin görülmesinin sağlandığı sözde halkoylaması mı demokratikti?


Şimdi de AKP'nin borusu ötüyor ve eksik de olsa, yetersiz de olsa bir değişiklik peşinde...


Bu borunun sesinin yeterince gür çıkıp çıkmadığını referandumda göreceğiz.


Değişikliği iptal edeceğine kesin gözüyle bakılan Anayasa Mahkemesi'nin tutumuna halkın nasıl bir tepki göstereceğini de, seçimde göreceğiz.

25 Mart 2010 Perşembe

İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisi

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

mehmetnatik1@gmail.com


Bilenler bilir eskiden Anayasa Mahkemesi Başkan ve Başkanvekilleri konuşurlardı…

Bunun en tipik örneği yakın tarihte hem başkanvekilliği ve ardından da başkanlık yapan Yekta Güngör Özden’dir…

O zamanın şartları içinde Yekta Bey güzide basının güzide misafiri olurdu her daim…

Ağzından çıkan her söz günün şartları içinde olay olurdu…

Adalet Mekanizmasında ayrı bir yere sahip Anayasa Mahkemesinin bir üyesi gibi değil de İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisinin temsilcisi makamında gibi beyanatlar verir, zaman zaman hizaya gelin mesajlarını basın aracılığıyla halka, siyasi partilere ve hükümetlere telkin ederdi…


İhtilalin kudretli albayları gibi ihtilalin ürünü olan mahkemenin kudretli yargıcı olduğunu hissettirirdi…

Kendi başkanlığı ve başkanvekilliği zamanında ülkenin temellerinde hissedilen sarsıntılara sebep olacak parti kapatma davalarına şahit olmasak bile kendisinden sonra gelen takipçileri kudretli yargıç geleneğini çok fazla basın aracılığıyla mesaj vermeden ama icraatta parti kapatma davaları ile taçlandırarak sürdürdüler…

Söz konusu laiklik ise gerisi teferruattı…

Kuruluş amacı malum olan ama özellikle 12 Eylül sonrası sivil yönetimlerin icraat ve uygulamalarının mahkeme kapısından, CHP’nin ve kardeş partilerinin Yüce Mahkemenin kapılarını aşındırması sonucu, geri dönmesi ile TBMM üstü bir görüntüyü netleştirmesi mahkemenin hukuki statüsünü kamuoyunda sorgulanır hale getirmişti…

Anayasa Mahkemesinin kuruluş ve gerekçelerine baktığınızda ilginç bir biçimde hukukta pek geçerli olmayan ihtimaller ve ucu açık yorumlarla dolu ifadelere rastlamak pek şaşırtıcı gelmez…

Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda mahkeme TBMM’nin çıkardığı yasaları Anayasaya uygunluk açısından denetlerken üyelerin bir kısmı zaman zaman makamlarının da kendilerine kazandırdığı dokunulmazlık zırhının da sağladığı rahatlıkla kendileri de halkı kafalarında ki hayat tarzına uygunluk açısından denetleyebilir gördüler…

Bugünkü yargı siyasallaşıyor söylemlerinin artması Mahkemenin vazifesini icra ederken Mahkeme üst düzey temsilcilerinin her konuda görüş beyan etmelerinin bir sonucu olarak karşımıza çıktı…

Hiçbir görüş durup dururken kamuoyu önünde beni tartışın diye arzı endam etmez… Mutlaka onu tetikleyen hadiseler önceden gelir…

Bugün geldiğimiz noktada yeni bir şeye daha şahit oluyoruz…


Şimdi söz konusu bürokratik vesayet rejimi ise gerisi teferruat oldu…

Bakın hiç laiklik elden gidiyor diyorlar mı???

Anayasa Mahkemesinin açtığı kapıdan bugünlerde çok tartışmalı kararların altına imza atmak suretiyle başka bir yüksek yargı kurumu olan HSYK girdi…

Onun aldığı kararlar her ne kadar Anayasa Mahkemesi kararları gibi geneli ilgilendirmese de yargı mensupları hakkında olması hasebiyle umuma şamil kısımları vardı…

Ortak noktaları ise aldıkları kararların kesin hüküm ifade etmesidir…

Hakim ve savcı kararnameleri ile ilgili çalışmaları rutin bir uygulama olduğu için yılda bir iki sefer adı duyulur ve kararname çalışmaları esnasında ki kulis faaliyetleri arada kaynar giderdi…

Ne zaman ki Şemdinli Davası ile başlayan süreçte davanın savcısını tartışmalı bir karar ile meslekten men etti, o andan itibaren HSYK’nın altına imza attığı kararlar hep tartışıldı…

Ergenekon nam davalar silsilesi tartışmaları iyiden iyiye alevlendirdi…

O koskoca kurum oldubitti kabilinden kararların altına imza atmaya başladı…

Sayelerinde korsan önerge kavramı literatüre girdi…

Onlar da yargı siyasallaşıyor söyleminin arkasına sığınarak siyasi bir parti gibi beyanatlar vermeye başladılar…

Kapı açılmıştı bir kere ve o kapıdan Yargıtay ve Danıştay da girdi…

Şimdi onların Başkanları da aynı ağızla aynı dili konuşuyorlar…

HSYK üyeleri Başkanvekili vasıtasıyla bir ilke daha imza attı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı hakkında suç duyurusunda bulundu…

Nedenini izah etmeye gerek yok kamuoyunun malumu…

Yabancı misyonların verdiği resepsiyonlarda Yüksek Mahkeme Yargıçlarının verdiği beyanatlara şahit olmuştuk…

Şimdi ise aleniyet kazandı beyanatlar ve medya mensupları yüksek yargı kurumlarının kapılarını mesken tuttu…

Orta yerde darbe ürünü bir anayasanın kıyısından köşesinden bir değişiklik taslağı var…

Üstelik şimdiden geniş bir kabul görmeye başladı toplumun tüm kesimlerinden…

Katkıda bulunması gereken Meclis içi muhalefetin ana unsurları malumunuz kapıları çoktan kapattığı için onları saymaz isek geriye muhalefetin ana unsuru olarak Yüksek Yargı çevreleri boy göstermeye başladı…

Anayasa Mahkemesine gelince eskisi gibi değil garip bir biçimde suskunluğunu muhafaza ediyor umarız hayra alamettir…

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bir ara koroya dahil olmuştu ama o da suskunluğa büründü…

Onu da şu aralar hissedemiyoruz…

Geriye kalanlar ise malumunuz…

HSYK, Yargıtay ve Danıştay çevreleri…

Birbiri ardına yasama ve yürütmenin kararlarına; kadrolu devlet memuru olduklarını, atanmış olduklarını ve milletin seçilmiş temsilcileri olmadıklarını, seçilmişlerse de kendi içlerinde kurulu hiyerarşik düzen içinde dar kapsamlı seçilmişler olduklarını göz ardı ederek, yetkilerini aşarak seçilmişlerin seçilmişlere muhalefetinden daha fazla muhalefet ediyorlar….

Üstelik bunu en üst perdeden sert tepki göstererek yapıyorlar…

Atanmışların seçilmişlere bir siyasi parti temsilcisi gibi muhalefet etmelerinin mer’i yasalara aykırı olduğuna hiç bakmıyorlar…

Yasa yapıcı konumundaki TBMM’ne getirilecek olan yasal ve anayasal düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğu iddiasını dillendirmekten de çekinmiyorlar…

Kendileri gibi atanmış bürokratların kendi alanlarına müdahaleleri karşısında suskunluk maskesi takıyorlar…

Mahkemelerde aynı hususlarda yargılanan şahıslar için birbirinin tam zıttı hukuk skandalı sayılabilecek kararları karşısında sessizlik denizinin derinliklerine dalıyorlar…

Bakması gereken dava dosyaları tozlu raflarda beklerken o tozlu raflarda sonuçlanmasını bekledikleri davaların sonuçlanmaması nedeniyle mağduriyetleri uzayan vatandaşları dertleri ve davalarını bir kenara bırakıp siyasi parti temsilcisi gibi dernek çatısı altında başka işlerle uğraşanlara müdahale etmeyerek zımni destek sağlıyorlar…

Yargının yargıçlar tarafından siyasallaştırıldığına bunlardan daha iyi bir örnek gösterilebilir mi???

Bir de yargının siyasallaştığından dem vuruyorlar…

Aslanlar gibi muhalefet ediyorlar…

Helal olsun…

İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisinin temsil makamında şimdi HSYK, Yargıtay ve Danıştay çevreleri var…


YARSAV tipi dernek çatısı altında hariçten gazel okumak yerine İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisini resmi olarak kurmak için adım atsınlar ve içişleri bakanlığına bir dilekçe versinler…

Bu ismin de kıymetini bilsinler bizden onlara hediye…

24 Mart 2010 Çarşamba

Anayasa Taslak Metni Anayasaya Aykırıymış


MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com


- Kurumlar arasında üstünlük yok. HSYK Anayasa'nın yargı bölümünde 159. maddede düzenlenmiştir. HSYK'nın yapısı Anayasa'ya göre düzenlenmelidir. Mahkemelerimiz aşırı iş yüküyle boğulmuştur. Asıl yapılması gereken iş yükünün azaltılmasıdır. Yargı reformu öncelikle bağımsızlık ve iş yükü alanında yapılmalıdır. Taslak metninde bu konunun gözardı edilmesi yargı reformunun ne olduğu görülüyor.

- Halkımız sabırla gerçek bir yargı reformunu beklemektedir. HSYK'nın idari ve mali özerkliği bulunmamaktadır. HSYK mevcut haliyle bağımsız değildir.

- Kurulda ciddi sorun yaratan konulardan biri de hakim ve savcıların dilenme uygulamalarıyla ilgili kararlardır. Dinleme kararları kurulda ciddi sıkıntılar oluşturmuştur.

- HSYK'nın görevlerinin tamamı yargıyla ilgilidir. Adalet Bakanı'nın kuruldaki varlığı yargının bağımsızlığını zedelemektedir. Buna ek olarak Cumhurbaşkanı'na dört üye seçme hakkı tanımak mevcut durumdan geriye gitme anlamını taşımaktadır. Yapılan düzeleneme yargıyı ele geçirme çabalarının ürünüdür.

- Taslak metin Anayasa'ya aykırıdır. Metin yargı bağımsızlığını tahrip etmeye yöneliktir. Yapılan çalışmalar aceleye getirilmiştir. Ciddiyeti konusunda bazı şüphelerimiz var.

- Taslak metinde yargının bağımsızlığı dikkate alınmamıştır. Yasaların ülkemizin somut gerçeklerine uygun olarak hazırlanması gerekir.

Yukarıdaki metni iyi ve dikkatlice okuyun...

Anayasa değişikliği ile ilgili ön adımı atılan çalışmalara yönelik getirilen eleştirilerden bir demet inci...

İnci dediysek de bakmayın cümleyi güzelleştirmek için kullandık mücevher cinsinden bu kelimeyi...

Alıntı açıklama Yüksek(!) Yargı çevrelerinin taslak metine yönelik eleştirilerini kapsıyor...

Dikkatle okuyanların dikkatlerinden kaçmayan şey sanırım kuru bir eleştirinin dışında hiç bir şeyin olmaması...

Gerçi mevcutla ilgili eleştiriler yok değil ama olması istenen her ne ise o da yok...

Uzun söze gerek de yok...
Ahmet Altan'ın dediği gibi...
http://www.taraf.com.tr/makale/10587.htm

Başka söze gerek de yok...

23 Mart 2010 Salı

Nev'i şahsına münhasır Ülke

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Ak Parti iktidarı uzun zamandır tartışılagelen Anayasa değişikliği ile ilgili olarak küçük de olsa ciddi bir adım attı ve ve bir mini paketi önce kamuoyunun sonra da tüm siyasi partilerin önüne sundu...

Anayasa değişikliği gelir mi gelmez mi gelirse nasıl gelir içinde ne olsun ne olmasın tartışmalarının olduğu ilk aşamada her kesim gardını aldı ve ortada henüz hiç bir şey yokken bile çoğu kesim fikrini beyan etti...

Bu fikir beyan edenlerin siyasi partiler ve sivil kesim kanadı anlaşılır bir konumda...
Bunu tartışmaya gerek yok...

Lakin bir kesim var ki son zamanlarda dozunu iyice artıran bir biçimde verdiği beyanatlar ve icraatları ile açıktan açığa bir siyasi parti gibi çalışmaya başladığını artık iyice gizlemez hale geldi...

Bu aslında herkesin malumu olanın son 7 yıllık ülke gündemini meşgul eden yürütme faaliyetlerine bir göz atıldığında sergiledikleri tavırda eski deyimle malumu ilamdan başka bir şey değil...

Maaşlı devlet memurları kadrolarının yüksek yargı bürokrasisi kısmını oluşturan yapı garip bir biçimde yasamanın çok ötesinde yürütme erki gibi davranmayı alenileştirdi...

Vermiş oldukları kararlarla gerek TBMM'nin kararlarının gerekse çeşitli kurumların icraatlarının yargıya taşınması nedeniyle edildiği kimsenin gözünden kaçmadı...
Lakin yüksek sesle nedense bu sorgulanamadı...

Sadede gelelim...

Şimdi bir anayasa taslağı hazırlandı...

Ama daha içeriği tam olarak incelenmeden etraflıca bakılmadan kapılar taslağın yüzüne her taraftan kapanmaya başladı...

Siyasi partilerin beyanatları açık ve anlaşılabilir...

Diyorlar ki tamam gelsin ama bu Meclis çatısı altında yapılmasın seçim olsun ondan sonra yapılsın...
Yani yeni Meclise bırakılsın...
Ne anlama geliyorsa bunu MHP özellikle dillendiriyor...

Bir bildikleri mi var acaba???

CHP sadece geçici 15. maddeye destek veririz diyor...

El Hasılı herkes bir şey söylüyor ve dediğimiz gibi anlaşılabilir şeyler bunlar...
İpe un serme kabilinden şeyler olsa da...

Ama gelin görün ki yüksek yargı çevrelerinden gelen beyanatlar akıllara zarar...

Mesela HSYK Başkanvekili Özbek, HSYK'dan çıkışında gazetecilerin soruları üzerine, "Kusura bakmayın, yüksek yargı ile dalga geçiyorlar." ifadesini kullanıyor...

''Birinci hedefin HSYK olduğu da görüldü” diyor.

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, "Yargıyla ilgili düzenlemeler Anayasa'ya, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı. Yargıyı kuşatma çabaları var" diyor...

Danıştay Başkanı başka şeyler söylüyor...

Gerekçe ise bizim ülkemizin kendine has bazı şartlarının olması...

Yani nev'i şahsına münhasır bir ülkeyiz...

Aslında bu tespit doğru...

Aslında söyleyemedikleri, açıklayamadıkları şey şu...

Türkiye Cumhuriyetinin üzerine bina edildiği devlet Osmanlı Devletidir...

Bütün mekanizmaları istiskal edilerek yeni yepyeni bir sistem getirilmiştir...

Biz bu sistemi değiştirtmeyiz... diyorlar...

Bunu da açıkça söyleyemiyorlar...

Biz eskiden yüksek yargı diye bir şey bilmezdik...

Bu iktidarla bunu da öğrendik...

Gerçi son 25 yılda zaman zaman kendilerini hissettirmedi değiller ama bu kadar açık bir biçimde biz buradayız dememişlerdi...

Garip olan ne biliyor musunuz?

Darbe ürünü bir yargı yargı bağımsızlığı klişesinin ardına sığınarak seçilmiş ve ülkeyi yönetmek üzere halkın oylarıyla işbaşına gelmiş siyasi iradeye karşı bürokratik vesayeti savunuyor...

Vesayet rejiminin mensupları vazifesini yapıyor...

Çok görmemek lazım....









18 Mart 2010 Perşembe

Açılım Kapanım

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

İktidar açılım için var gücüyle çalışıyor…

Başbakanın gayretleri kayda değer…

Siyaseten muhalefetin tutumu da belli…

Ak Parti’ye zaten AKP demek suretiyle tavrını çok önceden koymuş…

Haliyle iktidarın ak dediğine otomatik olarak kara diyor…

Ama bundan başka bir şey daha var…

Silahlı ve silahsız ve de sivil ve dahi elinde terazi ve gözünde bağ olan kızın temsil ettiği çevrelerde kısaca bilumum bürokraside de açılıma zimnen bir direniş var…

Hatta ve hatta iktidar kanadında dahi…

Malumunuz karda yürüyüp de izini belli etmeyerek durumdan vazife çıkaranlar var…

Ergenekon nam dava sürecinde suyu yokuşa sürenlerin izini iyi sürün…

Kralın çıplak durduğu yer orasıdır…

Bir yanda açılım bir yanda kapanım…

Türkiye’de yasal olmayan yollarla ikamet eden yüzbin Ermenistan vatandaşının ülkelerine geri gönderilmesi ifadelerinde kendisini bulan stratejik hata gibi…

Malum açılım şu anda ülke içi boyutları çoktan aştı ve sınır ötesi siyasetle ete ve kemiğe büründü…

Bu ülkede hava uzun zamandır puslu ve puslu havayı seven çok…

Bu ülkeye demokrasi getirmeye kalkışmayın…

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ

mehmetnatik1@gmail.com

Bu ülkeye demokrasi getirmeye kalkışmayın…

Bu ifadeler 2008. 08.30 tarihli o dönemin cafesiyaset’inde yazdığımız son yazının başlığı idi…

Gen.Kur.Bşk. Orgeneral İlker Başbuğ’un devir teslim töreninde yaptığı konuşmadan bir bölüm alarak kanaatimizi bu sözlerle ifade etmiştik…

Sayın Başbuğ yaptığı konuşmada Habermas’tan ve sair felsefe ve sosyoloji ve dahi tarih çevrelerinden alıntılarla süslediği konuşmasında engin bilgileri ile ne kadar derya deniz olduğunu ifade etse de satır aralarında günümüze gelinceye kadar yaptığı gibi aba altından sopa gösterme geleneğinin sıkıya süreceği mesajını taa o zamanlardan vermişti…

Şimdi...

Biz size bu ülkeye demokrasiyi getirmeye kalkışmayın demedik mi???

Bizi bilen bilir…

Bu ülkede demokrasi var diyenlere muhalifiz…

Neden?

Çünkü onun yerine demokrasimsi bir şey var ne menem bir şeyse…

İp gibi eğilip bükülebilen…

Bu ülke demokratik laik bir hukuk devletidir diyenlere muhalifiz…

Neden?

Çünkü bu bir yanılsamadır…

Bu durum ısrarla söylerinken icraatta tam tersi uygulamaların olduğu akıl sahibi herkesin kabul ettiği bir gerçektir…

Temeli inkara dayanan bir sistemde başka türlü bir anlayışın olması zaten düşünülemez…

Düşünsenize kendi halkını yıllarca aşağılayan ve bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz anlayışının hakim olduğu bir zihniyetten başka türlü bir şey beklenebilir mi?

İşte böyle bir vasatta Orgeneral İlker Başbuğ yeniden sahne aldı ve Genelkurmay Başkanlığı süresince ilk yaptığı konuşmada satır aralarında gizlediği düşüncelerine zaman içerisinde yaptığı konuşmalarda aleniyet kazandırtan sonra şu son birkaç gün içinde gazetecilikten ziyade generallerin katibi unvanı kendisine daha çok yakışan Fikret Bila’nın kalemi vasıtasıyla şüpheli sıfatı ile hakkında dava açılan bir başka orgenerale arka çıkarak bu ülkenin Demokratik Laik bir Hukuk Devleti olmadığını bir kez daha bu ülkenin askeri bürokrasisinin en üst düzey memuru olarak ispat etti…

Fermandır herkese duyurula…


17 Mart 2010 Çarşamba

Durak Duracak mı?

MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com

Durak dur durak bilmiyordu ama galiba duracak…
Kimden bahsettiğimizi ifade etmemize gerek yok…

5 dönem üst üste belediye başkanı olmak Büyükşehirlerde her babayiğidin harcı değildir…
Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanını saymazsak…
En önemli ortak özelliklerinin 12 Eylül ürünü ANAP’lı siyasiler olduklarını söyleyelim ve geçelim…

Bu ülkenin gündeminden, güç ve iktidarla gelen, yolsuzluk, rüşvet ve namı diğer her türlü pislik hiçbir zaman düşmedi…

Eskiden de vardı…
Yani 12 Eylül öncesi…
Ama 12 Eylül sonrası bu işler daha bir farklılaştı…
Deyim yerindeyse profesyonellik kazandı…
Organize bir hal aldı…
İletişim ve teknoloji imkanları ve başdöndürücü gelişmeler yatırım alanlarını geliştirince ihtiyaçlar arttı…

Arz ve talep meselesi efendim…

Büyümeyi sağlamak için her türlü imkandan faydalanacaksınız…
Değerlendirilecek şey çoğalınca değerlendirecekler de çoğalır..
Taş toprak altın oluverir…
Yeter ki siz altına çevirecek mekanizmaları kullanmayı bilin…
Rüşvet ve yolsuzluk ve dahi iltimas kamuda üst düzey görev almakla eş anlamlı olarak zikredilir…

Neden???

Çünkü rüşvetin, yolsuzluğun ve iltimasın anlam kazandığı alan devlet kapısı ile bağlantılıdır da ondan…
Kamu menfaatini kollasın diye getirenlerin ve kamu menfaatine hizmet edeceğim diye hizmete talip olanların arasından çıkar hep bu pis işleri organize edenler…

Bu hal garip bir biçimde bal tutan parmağını yalar darbı meseliyle ete ve kemiğe büründürülür…
Malumunuz ayının en sevdiği yiyecek baldır…

Teşbihte hata olmasın ama ayının sevgisi içgüdüsel bir tavırdır ve ihtiyacına binaendir…
Adı rüşvet, yolsuzluk ve iltimas ile zikredilen kamu görevlisi öyle mi???
Onun ki ihtiyaçtan değil hırstır…

Gücün her türlü yolla elinde bulunmasını sağlama arzusudur…
Ölümsüzlük şerbeti içer gibi sonsuz iktidar ve zirvede kalma arzusudur…

O sebepledir ki halka hizmet için geline makamlar istisnalar devre dışı şahsi arzulara hizmete dönüşür…
Yolsuzluk halkın imkanlarından devlet eliyle çıkar sağlamanın tek kelimeyle ifade edilişin tarifidir…

Bu yolu tutturan kamu görevlileri gücün, paranın tadı ve şehveti bedenlerine bulaşınca pervasız bir biçimde her türlü mekanizmayı doğru ve yanlış demeden kullanırlar…
Gözleri kararır…
Her şeyi unuturlar…
Sanırlar ki kervan hep böyle yürür…

Ama kervanın hep böyle yürümediği zaman içinde belli olur…

Adrenalin seviyesinin hiç düşmediği ülkemiz siyasi gündemine BALYOZ gibi yeni bir gündem daha oturdu…

Adana Büyükşehir Belediye Başkanına atfedilen yolsuzluk iddiaları…
Her şey bir rüşvet in hikayesini anlatan bir kasetin ortaya çıkmasıyla dallandı ve budaklandı…
Belediye Meclisinde kadim dostluklar ebedi düşmanlığa dönüştü…
Buzdağının dibine bakılmaya başlandı..

Tartışmalar evlere şenlik bir hal aldı ve olay Adana’nın sınırlarını aşarak ülkeye mal oldu…
Başkan kendini savunmak için Adana’nın sınırlarını yeterli görmedi ve daha büyük bir şehre kapağı attı…

Orada sesini daha gür duyuracağını hesap ediyordu her halde ve sesini duyurdu da…
2 milyar dolarlık bir servetin haksız kazanca sahibi olduğu suçlamasını tv kameraları önünde zımnen 40 milyon doların üzerinde serveti olduğu cevabıyla açıklık getirdi…
Zira 40 milyon doların biraz üzerinin ucu açıktır…
Hadi ayıkla pirincin taşını…

Şimdi gelelim işin siyasi partiler ve iktidar açısından bakış açılarına…

Hatırlanacağı gibi Belediye Başkanı bir önceki dönemde Ak Parti saflarında seçime girmiş ve geçen dönem bu kimlikle Belediye Başkanı olmuştu…
Ak Parti hangi saikle kendisini aday göstermişti bilinmez…
Ama Adana gibi önemli bir ilin belediye başkanlığının kendisinde olması iktidar için önemli bir husustur ve tartışılmaz…

O nedenle gücü belli olan mevcut belediye başkanını kendi saflarına katması olağan sayılabilir…
Lakin son yerel seçimlerde Ak Parti’nin Adana Büyükşehir Belediye Başkanı adayının Aytaç Durak olmayacağı Başbakanın bizzat kendisi tarafından üstelik belediye başkanının önceki seçimlerde bir sonraki dönem için aday olmayacağı şeklindeki ifadesi de dillendirilerek deklare edilince dananın kuyruğu koptu…

Sonrası???
Aytaç bey belediye başkanlığı serüvenine MHP’nin hüsnü kabulüyle bu parti saflarında devam kararı aldı…
Ak Parti seçimi kaybetme pahasına kendisini aday göstermedi…
Sonuç olarak oldukça tartışmalı bir sürecin sonunda Aytaç Durak bu sefer MHP’li bir belediye başkanı olarak Adana Büyükşehir Belediye Başkanlığı mazbatasını eline aldı…

Tırnak içinde… Şimdi acaba nedir bu başıma gelen bu mazbatayı almaz olaydım diyor mudur acaba???
Bizim ki de kuru bir merak işte!!!

Şimdi bütün bu gelişmelerden sonra MHP Lideri başkanın istifasını istedi istemesine ama siyaseten bir darbe yedikleri açık…

Neden çünkü Ak Parti’nin seçim kaybetme pahasına saflarına almadığı bir isim kendi parti saflarında ciddi suçlamalara maruz kaldı…
CHP tartışma kervanına Aytaç Durak’ın adının yanına Zahit Akman’ın da soruşturulması gerekir gibi tuhaf bir açıklamayla dahil oldu…

Güya iktidara aba altından sopa gösteriyor…
Neden çünkü tartışmalara şu ana kadar görüldüğü kadarıyla Ak Parti cenahından bir katılma olmadı…
Sessizliklerini muhafaza ediyorlar…
Sanki onları da tartışmanın içine çekmek istiyorlar gibi…

Kazanç sağlamanın yolu olarak iktidar partisinin istemediği bir belediye başkanının üzerinden Ak Parti’ye vurmaya çalışmaları anlaşılır bir şey değil demek her halde abesle iştigal olur…
Ve yine sonuç olarak…

Mevcut yaşananlardan Ak Parti’nin kazançlı çıktığı bir gerçek olarak orta yerde duruyor…

Düşünsenize…

Böyle bir tartışma belediye başkanlığı onların uhdesinde iken çıkmış olsaydı ortalık toz duman olurdu…

Siyasetin sıcak gündeminde Adana’nın ve Akdeniz’in sıcak havası çok bunaltıcı olurdu…
Berat Özipek bir yazısında; “Bu uşak bazen taşi yanliş yere atiyi, ama Allah onun taşini yukarida düzeltiyi”.
Karadenizli yaşlı bir amcanın Erdoğan için yaptığı bu değerlendirme, belki de en çok1 Mart Tezkeresi için geçerli.”
Diye bir benzetme yapmıştı Başbakan için…

Ama Başbakan burada galiba taşı doğru yere atmış…
Hem de tam tam isabet ettirmiş…


9 Mart 2010 Salı

Tok Kurda Puslu Hava: İsmet Özel

alıntı yazılar
alintiyazi@gmail.com
 
"Özel Şâir"in eski ancak eskimeyen yazılarının iki kapak arasında buluştuğu "Şâirin Devriye Nöbeti-1"e takdim yazısı

Kendini tanıtıyor, Türkiye'yi anlatıyor.. Kendisiyle Türkiye'yi aynılaştırıyor.. şiiri 'biçim'lenirken; yazıları 'içerik' kazanarak şiir tadına ulaşıyor.. 

ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 1 "Tok Kurda Puslu Hava", Ağustos '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 2 "Bileşenleriyle Basit", Eylül '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 3 "Neredeyizim", Ekim '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 4 "Ebrulî Külâh", Kasım '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 5 "Evet mi, Hayır mı?", Aralık '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 6 "Allah'ın Emri Zaid - Plus Peygamberin Kavli", Ocak '10


TOK KURDA PUSLU HAVA

i s m e t ö z e l


Nöbet! Neyin nöbeti? Bunun sarahaten bir sara nöbeti değil de devriye nöbeti olduğunu ben söylüyorum. Ben? Kimim ben? Kime ne benim kim olduğumdan! Dediklerim neye dair olursa olsun, bununla kim, kendine ne yer temin edecek? Benim söylediklerim kimi yerinden edecek? Benim bir şeyi sarahatle söylemişliğim, ne zaman aklımın başımda ve ruh sağlığımın yerinde olduğunu sarih kılmış? Nasibimde iler-tutar birisi sayılmak var mıdır? Daha da ileride mânâsı buruk bir husus: Adamdan saymadığım kimselerce iler-tutar sayılmak benim umurumda mıdır? Olsun veya olmasın; kimin başı sıkışırsa, "Hepimiz insanız," demez mi? Varsın, ben de öyle demiş olayım... Olduğumuz kadarıyla, biz insanlar, insanlığın bize kâfi geldiğine inandığımız takdirde, istenilen sonuca kavuşmak için şahitler -en az iki tane- gerektiğine de inanırız. İnsanlığımızın ispatına onlar da yetmez. Şahitliği geçerli kılan, geçerli şahitlikle varlık kazanmış bir cemaate ihtiyaç duyarız. Bütün bunlar bizim kan-ter içinde kalarak uğraştığımız işlerdir. Biz insanlar kolay kolay "Şahit olarak Allah yeter," demeyiz. Demez, deyip kenara çekilmeyiz. Bazılarımız nöbet yerini terk etmemekte ısrar eder. Yıllar ne getirdi, ne götürdü? Ömrüm insanlığıma, insanlığım ömrüme nasıl tesir etti? "Şairin Devriye Nöbeti" hakkında şimdilik ben ne söyleyebileceksem söyleyeyim de, gerisi gelir mi, bakalım.
Nice zamandır -ki bir ömür bu- nöbet mahalli olarak Türkiye'yi tercih etmişliğim var. Genç yaşımda, daha yirmi değildim, tercihimi yaptım ve halen bu tercihimin bana yüklediği mes'uliyet altında bir Türkiye devriyesiyim. Neden tek başımayım? Yanımda biri daha olmalı değil miydi? Çırpını çırpını geçtiğim yerlerde sair devriyeler görmemi akıl gerektirmiyor mu? Yahut şöyle soralım: Benim dolanıp durduğum gibi dolanıp durmayı akıl ve ruh sağlığı gerektirir miydi? Akıl ve ruh sağlığı bunu mu gerektirirdi? Akıl ve ruh sağlığının gerektirdiği bir iş üzere olduğumdan emin değilim. İştiraklarımdan, müştereklerimden emin değilim. Bana nöbet çıktığını da bir çizelgeden öğrenmiş değilim. Ne bir kişi oldu bana nöbet yazan, ne bir makam. İşin aslına vâkıf olan şununla karşılaşır: Türkiye'yi bekliyorum sözünü sarf ettiğim zaman, söylediğim tek şey kendimi beklediğimdir. Türkiye'yi beklemekle, kendimi bekliyorum. Burada bir anlam kayması, bir yanılsama doğmasın. Dikkat edilsin ve ifade yerinden edilmesin: "Türkiye'yi bekliyor, bunu yaparken de, bu arada, kendimi, aynı zamanda kendimi" bekliyor değilim. Beklediğim bilhassa kendim ve sadece kendiliğimdir.
Bencilim ve tek başınayım. Diktatörlerin hepsi bencillik etmişler ve istisnasız hepsi, tek başlarına kalmışlardır. Ben de, dünyanın görüp geçirdiği bütün diktatörler gibi, her şeyimi yaşadığım ve diktatörlüğüme itiraz edenleri sindirerek hükmümü yürüttüğüm ülke ile, ülkenin tamamı ile özdeşleştirmiş bulunuyorum. Hiç kimse benim dünyada tuttuğum yere talip olmadı. Doğrusu, beni diktatörlüğe mecbur bırakan şey, bundan başkası değil. Benim bulunduğum farz edilen yere talip olsa idiler de, hiç kimse benim yaptığımı yapmayacaktı. Yapmadı da; yapmak bir tarafa, yapmaya da yeltenmedi. Türkiye'de yaşayan ve şiir yazmaya heveslenen kimseler arasından hiçbiri, şiirini 1965 yılında PARTİZAN, 1974 yılında AMENTÜ; 2005 yılında SAVAŞ BİTTİ, demek suretiyle berkitmedi. Benim berk bir şiirim mi var? Bu hususta, sualin edebiyat tekniğine mahsus tetkikat ile cevap verilecek kısmının ötesine geçilerek şu söylenebilir: Sağlamlaştırma faaliyeti, İsmet Özel'in şiirini muhkem kılmak için takip ettiği bir çalışma değildir. Doğrudan doğruya Türk şiirinin tahkimatına taalluk eder. Bunu anlamak için anılan şiirleri tenkide tâbi tutmak zarureti yoktur. Sadece bu şiirlerin yayınlanmasından önceki ve sonraki şiir ortamını tarassut etmek ve mezkur ortamları kıyaslamak kâfidir.
Neden böyle oldu? Diğerleriyle aramda zekâ, yetenek, bilgi farkı vardı da, ondan mı? Hayır, bu fark elbette vardı; ama vakıa ondan dolayı cereyan etmiş değildi. Arada hesap dışı tutulamayacak bir fark vardı; ama bu, ne zekâ, ne yetenek, ne de bilgi farkı idi. Farkın esası, "aidiyet" farkından ibaretti. Beni şiir alanında şöyle veya böyle hareket etmeğe sevk eden, Auden'ın, Pound'un, Ginsberg'in, Yevtuşenko'nun ne yaptığı değildi. Çaldıysa beni taştan taşa Türk toprağına ve Türk milletine ait olmanın illetinden başka bir illet çalmadı. Bu sebepten olsa gerek ki, benden, başına diktatörlük kalan benden başka hiç kimse dikkatini Türkçe'nin neye tekabül etliğine, neye karşılık geldiğine çevirmedi. Türkçe ile bir şekilde irtibatlı insanlar, kaldırımdan indirime gittiler, çıkmazın onları götürdüğü yer ise çıkardan başka bir yer değildi. "Kaldırımın" nasıl kendilerini "indirime" ulaştırdığına inandılarsa; "çıkmaz" vasıtasıyla "çıkar" elde etmeyi de bildiler. Çıkar "maddî" ve "manevî" olarak ikiye ayrılıyorsa, her ikisini de. Cümle âlem, kendini indirim ve çıkar sayesinde teskin ediyorsa; acaba "aidiyet" hissiyle hareket edenler, zekâdan mahrum, istidatdan nasipsiz, zihinleri bilgi yerine abur cuburla doldurulmuş kişiler mi? Bu soruya herkes kendini teskin ettiği aidiyetle cevap verecek.
Türkiye: Burası, fırdolayı devriye gezdiğim nöbet yerim. Türkiye'nin niçin Türkiye olduğuna dair fikrim sağlam, nöbetçiliği emre itaat sebebiyle yapmadığım için de gönlüm ferah olmalı. Nereyi, niçin beklediğimi bilmeliyim. 1923'den 1950'ye kadar Türkiye, dünya şartlarının icap ettirdiği bir rejimin sultası altındaydı. İhdas edilişi üzerinden yirmi bir sene geçtikten sonra dünyaya geldim. Ben, kendine mahsus manâsıyla, Türkiye'nin bekçisiyim; sıkıntıların hepsini millete, tatlı hayatın hepsini muhafızlarına havale eden rejimin değil. Dikkatinizi çekmek isterim: Bir ülkenin yönetimini izah etmek üzere "rejim" kelimesine başvurulması, dünyada SSCB'nin teşkiliyle yaygınlaşmıştır. Faşist İtalya, SSCB'ne mukabil farklı, yeni bir rejimi temsil ediyordu. Alçak gönüllü Türkiye Cumhuriyeti "biz bize benzeriz" rejimine sahip çıkmakla hayat buldu. Nasyonal Sosyalist Almanya kendi rejimine finans hakimiyetiyle arasındaki bütün köprüleri atacak ölçüde güvenmişti. Franko İspanyası yenilik iddiasındaki rejimlerin tümünü reddeden bir rejimin timsali olmuştu.
Alman harbinin sonu rejimlerle ele geçen prestijin de sonu oldu. İkinci Cihan Harbi'nin yegâne galibi ABD, iki harp arasında doğan bütün rejimlerin devrini, bütün büyük anlatılar çağını kapattı. Yeni dönemde ABD fiilen dünyanın kutbu oldu. Yeni dönem bir PAX AMERICANA icraatı demekti. Bundan böyle, yetkili ve etkili Amerikalılar, dünyanın diğer yerlerine mensup okuyup yazmış insanlar arasında hiçbir büyük anlatının yaygınlaşmasına izin verilmeyeceği ikazıyla meşgul oldu. 1945 sonrasında neler oldu? Yaşamakta olduğumuz günlerde revaçta olan şu şaka durumu izah ediyor: "ABD ile iyi geçinin, sakın ABD ile aranızı bozmayın, yoksa sizin ülkenize de "demokrasi" gelir.
Nitekim, Türkiye'de 1946 yılının netameli genel seçimi yapıldı.
İlkokula 1950-51 ders yılında başladım. Bu, 1950'nin Eylül'ü demek. Demek, ben okula gitmeden, ülke olarak niçin bizim bugünlere geldiğimizin izahını muhtevi her şey olup bitmiş, Pandora'nın kutusu açılmıştı. 14 Mayıs'ta Türk tarihinde hiç vaki olmamış bir şey gerçekleşmişti. Türkler tarihleri boyunca ilk defa başlarında kimlerin olmaması gerektiği hususundaki fikirlerini beyan etmişlerdi. Türkiye'yi anlamak için ezberlenmesi gerekli cümle şudur: "14 Mayıs 1950'de vuku bulan olayın izahı Demokrat Parti'nin genel seçimleri kazanarak iktidara gelmesinde değil; CHP'nin bir daha hiçbir; ama, ne yapılırsa yapılsın hiçbir seçimi kazanamayacağı bir duruma düşmesinde yatar." Bütün dünya, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden Türklerin millî vasfına dair bir şey öğrendi.
Öğrenenler ki, kâffesi gayri-Müslim ve bilhassa gayri-Türk idiler, süreç boyunca neyi öğrendi iseler onu iyi kullandılar. Süreç içinde Türkler kendi millî vasıflarına dair herhangi bir şey öğrenmedi. Öğrenemedi değil, öğrenmedi. Öğrenmelerine engel olan yoktu. Onlar için çıkmaz varsa, çıkar da vardı; onlar kaldırıma çıktılarsa, indirime de uğrayacaklardı. Böyle bir sürecin yaşanmasında zararlı çıkan Türk milleti oldu. İstiklâl Harbi'nin kazanılması an sich bir Türk milletinin varlığının ispatıydı. Mantıken bunu Türk milletinin für sich başarılarının takip etmesi gerekiyordu. Böyle olmadı, Türk milleti önüne hiçbir hedef koymadan yıllar geçirdi. Bize mantık gerekmiyordu; bize nutuk yetiyordu. Yıllar Türkiye'den "çıkma" birçoklarına bir çok şey kazandırdı; onların kazandıkları Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmadı.
Olan bitenin aslı neydi? Niçin bilek hakkı marjinalleşiyor, her bakımdan, haksız kazancı kural kabul edenler taltif ediliyordu? 14 Mayıs 1950 - 27 Mayıs 1960 arası, Türkiye'nin bir şey kazanıp kazanmayacağı, kazanacaksa bunu nasıl gerçekleştirebileceği sorusunun capcanlı olduğu bir on yıldır. Eğer NATO'ya girmek, bir ABD müstemlekesi haline gelmek anlamı taşımasaydı soruların cevabını milletçe öğrenebilecektik.
Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Türkiye İşçi Partisi'ne kuruluşundan bir süre sonra, 1963 yılında kaydoldum. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar Türkiye'nin, ABD büyük elçisi tarafından sunulan görüşme teklifini geri çevirmiş yegâne parti başkanıydı. O, Türkiye'nin yegâne parti başkanı idi ki, iktidara geldiği gün değil, geldiği saat, dış ticareti, bankacılığı ve Sigortacılığı devletleştireceğini beyan etmişti. Mehmet Ali Aybar, AMD'yi Vietnam savaşının sanığı olarak yargılamak üzere Bertland Russell tarafından kurulan mahkemede yer aldı. Vietnam'dan şahsen bana da arkasında "Gözlerinden öperim," yazılı bir kartpostal gönderdi. 1968 baharında Sovyet tanklarının Prag'a girmesini protesto edince siyaset yapma ruhsatının iptaline sebep oldu. M. A. Aybar'ın gösterdiği bu gözüpeklik nedendi? Bunu cesaret örneği vermek için yaptığını sanmıyorum; besbelli ki Türkiye'nin her şeye rağmen millî bir odağı bulunduğuna inanan safdillerden biriydi. Türkiye'de bunlardan çok vardı. Baştan beri millet olarak ikisinden birisi başımıza geliyordu: Ya bir ordu teşkil edecek rütbeye yükseliyorduk veya sürüleşip köpeklerin müdahalesine mazeret temin ediyorduk. Türk milleti "ordu millet" derecesine yükselemediği zaman, "koyun millet" derekesine düşüyordu. Bu düşüş Türk milletini kurt saldırısına maruz bırakmıştı. Saldırı son sür'at devam ediyor.
Genç yaşımda ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Bilseydim ne yapardım? Onu hiç bilmiyorum. Vahşi bir hayvanla uğraştığımı, hakkından gelmem gereken ne ise onun bir vahşi hayvan özelliği taşıdığını bili­yordum. Orta yaşta, gazete yazısı yazmaya başladığım sırada ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Çabalarımın en basit sonuca dahi ulaşmadığını görüp gazete yazısı yazmayı bıraktığım ihtiyarlık yıllarımda da, ne kurdun kurt olduğunu, ne de kimler tarafından doyurulduğunu biliyordum. Ne zaman ki "bende, benden koparılacak bir şey yok" dedim, işte o zaman, insanların benimle işlerine yarayacak ne varsa onu benden koparmak üzere bağlantı kurduklarını anladım. Siyasete bulaşmış olan kimselerin güç özlemlerinden başka bir şeyleri yoktu. Yani onlar ancak koparan olabilirlerdi, koparılan değil. Yine benden bir şey koparamadılar. "Bende, benden koparılacak bir şey yok" dediğim zaman, bu sözlerden, artık bende koparılacak bir şey kalmadı, şimdiye kadar verebileceğim ne idiyse hepsini verdim, mânâsı­nı çıkarmak yanlıştır. Bende ben işin içine girdiğim günden beri koparılacak bir şey yoktu. Benden koparılmak istenen "vatan hissiyatı", "millet endişesi" olduğu gibi yerinde duruyor. Düşmanlarım, bana değil, sahip olduğum hissiyata, hissettiğim endişeye düşmandırlar. Bunun böyle olduğunun açık seçik bilinmesine yarar ümidi ile elinizdeki kitabın tertibine rıza gösterdim. Görülsün ki bende benliğimi inşa eden, bana bencillik irkâb eden anâsır eskimemiştir.
1963 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının bir yolu vardı, o da Türkiye'nin bir sosyalist dönüşüm yaşamasından geçi­yordu. Kısa müddet içinde bu yol tıkandı. 1973 yılında Türkiye'nin NATO'dan kurtulmasının başka bir yolu açıldı, o da Türkiye'nin bir İslâmî dönüşüm yaşamasından geçiyordu. Bu yolu tıkamak için uzunca müddet uğraşıldı. Günümüzde artık bu yol da tıkalıdır. Her iki yolu da havayı puslandıran tok kurt tıkadı. Tok kurt havayı, neyle ve nasıl doyduğunu gözden uzak tutabilmek için puslandırır. Türkiye'nin bir yeni düzenlemeye ihtiyaç duyduğu fikri yaygınlaşınca kurt kuzu postuna bürünür. Milâdın XIII. asrından günümüze kadar Türkiye'de kimin kurt, kimin kuzu olduğu yerli yerince ve hakkaniyetle ne teşhis, ne de tespit edilebilmiştir.
NATO'dan kurtulmayı devre dışı bırakan bir sol ve aynı gayeyi bir omurga şekline getirmiş bir sağ. Havanın puslanmasına bu kadarı yetti. Türkiye'nin sosyalist bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" solculukla okka altına alındı. Türkiye'nin İslâmî bir dönüşüme ihtiyacı olduğu fikri "hızlı, etkin, parlak" Müslümanlıkla okka altına alındı. Siyaset piyasasının müessir elemanları "tezgah altı" mamulatındandılar; onlara müessiriyet gerekçesi temin edenler hep okka altında kaldı. Türkiye'yi öne çıkarmak -böyle bir ülke gerçekten varsa- sisi dağıtacak. O zaman kimin yerinin neresi olduğunu görebilecek, anlayabileceğiz. Görmüş ve anlamış olmamıza rağmen herkes yerini alabilecek mi? Bu soruya na­zarî bir cevap verilemez. Amelî netice nelersiz yapabileceğimize delil olacaktır.
Nelersiz yapamayacağımızı farzediyoruz? Onlar olmadan olmaz dediklerimiz bizi yüceltiyor mu, gülünçleştiriyor mu? "Âli olan ve gülünç olan çoğu kez birbirleriyle öyle yakından alâkalı kılınmışlardır ki, bu ikisinin yek diğeriyle münasebeti kesilerek bir sınıflandırmaya tâbi tutulmaları çok güçtür. Gülünç dediğimiz şeyi âli dediğimiz şeyin bir basamak üstü ortaya çıkarır, gülünç olandan bir basamak yukarı çıkıldı mı da orada âli yine kendini gösterir." Yıllar önce, Tom Paine'e ait bu sözleri okur okumaz, ifadeye yeltenilen hakikatin tesiri altında kalmıştım. Her ne kadar ululuk ve gülünçlük arasındaki anılan irtibatı kabul ettiysem de, ifadenin ken­dimce bir topografya hatası ile malûl olduğu fikrine varmadan edemedim. Benim anladığıma göre, âlî ve gülünç arasındaki inkâr edi­lemez sıkı münasebetin altlık-üstlük bakımından kurulmaması daha akla yakındı. Âli olanı ve gülünç olanı üst üste koyan diğerleriydi. gayri-Müslimlerdi. Gördüğüm kadarıyla, benim ülkemde, Türkiye'de âlî ve gülünç, bir nesnenin iki yüzü gibi bitişikti, yan yana idi bunlar ve hemzemin idiler.
Dünyanın hali bu: Biri bir şekilde diğerlerinin nedense işitil­meğe değer buldukları bir şeyi söylüyor ve o diğerlerinden biri ola­rak ben, onun dile getirdiği şekilden bir mânâ çıkarıyorum. Demek ki neyin söylenildiği kimin söylediği kadar kimin işittiği ile de sıkıdan sıkıya irtibatlı. Bu merbûtiyyet gözden uzak tutularak, ne "anlama" mümkün olur, ne de "anlatmak".
Eğer devlet, toplum, sınıf, kültür ve medeniyet varsa, bunların bizim dikkatimizi çeken ve gündelik hayatımıza tesir eden hu­susiyetleri varsa, geçmişte bunların her biri, bizim bugün hesaba katmadan edemeyeceğimiz vakıalara hayat vermişlerse bunların tabiatlarıyla bizzat kendi tabiatımız arasındaki münasebet ortaya çıkarılmalıdır. Ona öncesinden ne intikal etmiş olursa olsun; Orta Çağ veya Karanlık Çağ dedikleri dönem Batı'nın başlangıcıdır. Ya­ni Batı'yı aşılamaz sınıf farklarının şekillendirdiğini söylememek söze yalanla başlamak demektir. İbranî-Hıristiyan temelleri olmayan bir Batı'dan bahis açmak yalandan başka hiçbir şeyin geçerli olamayacağı iddiasıdır. Tom Paine, âlîden yukarısı gülünç, gülüncün yukarısı yine âlîdir derken; Batı'da en önemli hususun kimin üstünde kimin olduğu hususu olduğunu belirtmiş oluyor. Frengistan'da herhangi bir şeyi, bu şeyin mahiyeti ne olursa olsun, "üstte" veya "altta" bulunmasıyla anlamlandırmak zorunludur. Oysa şimdi yamulmuş kendi dairemiz içinde, yani Türk dünyasında istisnasız her şeyin anlamı sadece "cephede" veya "cephe gerisinde" oluşuy­la onaya çıkar. Bizim buralarda aşağı düşmekten ürkme, üste çık­maya merak devlet hayatında İbranî-Hıristiyan esaslarının ağır bas­masıyla uç verdi.
Yukarıdan aşağıya tatbikata konan modernlik kesafet kazandıkça her Türk'ün hayatını âli ve gülünç görünme mecburiyeti al­tında bıraktı. Türkiye'de yaşamak çamurda yüzmek gibi; kulaç atmanız, gülünç görünmenize kâfidir. Hayatiyetini muhafaza etmek isteyen her Türk bunu bilhassa bilir. Aklınız başınızdaysa görürsünüz ki, Tanzimat Fermanı'nın ilânından sonra, hangi bakımdan, hangi hususta olursa olsun, âlî olmaktan sıyrılmış bir Türk hayatı çok çabuk gülünçleşir. Buna mukabil farklı bir işleyiş de vardır: Türk olmayanlar bir Türk'ün hayatını bütün çabalarına rağmen gülünçleştirmeyi başaramadıysa, işte o zaman, o Türk'ün âlî vasfı önünde geri adım atar. Bu meyanda bir çok med ve cezir gördük. 1571'den günümüze Türk'ün zelil gülünçlüğü, gâvurun sinsi pısırıklığı neye, nerelere kadar uzandığını kimse kestiremiyor; henüz son söz söylenmedi.
Benim gazetede yayınlanmak üzere yazı yazmam gülünç mü; yoksa âlî mi idi? Ben dinini pazarlayarak makam ve servet sa­hibi olan rezillerden biri miydim; yoksa beni harekete kendi dairemizin yamuğunu işaret etmek vazifesini üzerine alma ulvîliği mi geçirmişti? Soruların cevap bulmasının şartı pusun dağıtılmasıdır. Kim dağıtacak pusları? İnsanlar ciddiye alınmak için deli taklidi yapıyor. Bu tavır Türkiye'yi hiçbir sahile yanaştırmayacaktır.
İsmet ÖZEL Rasathane, 20.07.09



6 Mart 2010 Cumartesi

EVET Mİ, HAYIR MI? "Sınıf Savaşı Evet, Milli Mücadele Hayır"


alıntı yazılar
alintiyazi@gmail.com

"Özel Şâir"in eski ancak eskimeyen yazılarının iki kapak arasında buluştuğu "Şâirin Devriye Nöbeti - 5"e takdim yazısı

ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 1 "Tok Kurda Puslu Hava", Ağustos '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 2 "Bileşenleriyle Basit", Eylül '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 3 "Neredeyizim", Ekim '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 4 "Ebrulî Külâh", Kasım '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 5 "Evet mi, Hayır mı?", Aralık '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 6 "Allah'ın Emri Zaid - Plus Peygamberin Kavli", Ocak '10


EVET Mİ, HAYIR MI?
"Sınıf Savaşı Evet, Millî Mücadele Hayır"
i s m e t ö z e l


Elinizdeki kitap tasarlanan dizinin beşinci kitabıdır. Düzgün bir cümle kurdum; lâkin kurmamış olsa idim daha iyi değil miydi? Eskiler bunun gibisine lâf-ı güzâf demişler. Meselâ, şu “Tasarlanan Dizi” lakırdısı da nereden çıktı? Tamam, bu sorunun cevabını biliyorum. Şuradan çıktı: Bu dizinin dizim dizim dizilmeye başlamasından önce benim yayınlanmış kitaplarımda yer bulmamış yazıların kitaplarıdır bunlar. Gazete yapraklarında mahpus kalmasın, meydana çıksın, tahliye olsun yazılarım diye başlatılan bir kitap dizisi bu. Önsöze neden bu saman tadında sözlerle başladım? Hepinizin bildiği ve hiçbirinizin üzerinde hiç kafa yormaya gerek duymayacağı bir şeyi size neden söyledim? Şundan: Önsözün bu ilk yavan cümlesinden sadece dizi programının neredeyse yarı yerine gelindiğini anlamanın yetmeyeceğini göstermek için. Türkiye öyle bir yere geldi ki, böyle bir yayın hiç yapılmasaydı nelerin değişeceğini düşünmeye başlamalıyız. Seneler boyu benim yazdıklarım anlaşılmadı desem, hakikati dile getirmiş olmam; hakikat şudur: Benim yazdıklarım, hiç okunmadı ve halihazırda da okunmamaktadır. İtiraz edeceksiniz ve “İşte okuyoruz ya!” diyeceksiniz. Hayır, okuduğunuz benim yazdığım değil. Ben “okunmamaktadır” yazıyorum, siz bunu “Okun Mamak tadır” okuyorsunuz. Ben yazdıklarımla bir vakitler herkesi iz'ana davet etmek istemiştim. Aynı davetin bugün de geçerli olduğunu anlamamız kaçınılmaz. Nelere razı olunup olunmadığı hususundaki dikkat uğranılan değişmenin ölçüsüdür. Varsa birkaç tane Türk, biz Türklerin hiç parlak bir durumda olmadığımızı görmek kaç kişiye nasip olur acaba? Kaldıysa birkaç ısrar ölümle yarışacak. Değişme ile elinizdeki kitap arasındaki bağı görmek ve modernlikle malûl her birimizi kader gibi kuşatan alelâdeliği fark etmek için, şu “dizi” kelimesine bir bakın yeter. “Ah! Que la vie est quotidienne!”

Değiştik, değişiyoruz. Evet, kolayca herşeyin en başından beri alelade bir akışa bırakıldığını söyleyebiliriz. Ah, evet; ben de herşeyin akış halinde olduğunu işitenler arasındayım. Nelerin değiştiğini, kimler eliyle değişim uygulandığını bilmek beni ömrümün fevkalâdeliği fikrine götürdü. Değişene rağmen değişmeyeni anlamış olmakla, attığım her adımdaki, aldığım her nefesteki fevkalâdeliği kavradım. Ömrümdeki fevkalâdelikten, başkalarının alelâdeliğini istihraç ettim. Herkes başından beri “sefalet” deyip kadeh kaldırıyordu. Herkes çoktan beri alelâdelikte bir isabet olduğu fikrini kabullenerek alelâdeleşmişti. Kadeh kaldıranlarla ben de kadeh kaldırdım. Babamdan kalma hafif bir sağırlığım var. Sanıyordum ki “asalet” diyerek kadeh kaldırıyorlar. Yani ben, hayatı kavrayış tarzımı onlara da teşmil etmiş ve kadeh kaldıranların fevkalâde bir tarafları olduğuna vehmetmiştim. Sırf bu sebepten insanların bütün sabahlarını merak ettim. Ben hep derin bir merak içinde kaldığım ve kaldığım yerin manzarası çok güzel olduğu için olduğum yerden hiç ayrılmadım. Yanımda bir Allah'ın kulu daha olup olmadığını da merak ettiğim için bir yerlere uzandım. İsmet Özel olarak benim, bir zamanlar Marksist, daha sonra Şeriatçı ve nihayet Türkçü olduğumu iddia eden ve bu iddilarını herkese duyurmak isteyenler var. Bunlar benim yanıma gelmeyi kendi felâketleri olarak görenlerdir. Yanımda hiç olmadılar, hiç olmayacaklar. Gayri-Müslim dünyanın “truism” hastalığı asırlar içinde hepsini ifsad etmiştir ve söylediklerinin, “İsmet Özel bir zamanlar çocuktu, daha sonra gençlik çağını yaşadı ve nihayet ihtiyarladı” demekle aynı kapıya çıktığını anlayamayacaklardır.

Var mıydı? Var olabilir miydi yancağızımda bir Türk daha? Suali müsbet cevaplandıralım ve var sayalım. Varsa, onunla ben “biz” olarak devam edelim. Bilinsin ki, bizim maksadımız asla bağcıyı dövmek değildi ve biz gerçekten üzüm yemek istiyorduk; ama aramızda yaşayan ve Türklükle ilişkisi hiç de müspet olmayan birileri, bağcıyı dövmedikçe üzüme el süremeyeceğimize bizi ikna etti. Onlar bizim kanaat önderlerimizdi. Bizler kanaat getirmişler olarak, bize mühlet olarak tanınan tüm zamanı ve elde bulundurduğumuz imkânın tamamını bağcı dövmeye ayırdık. Vakit öyle ilerledi ki, iştihamızla üzüm arasındaki irtibat koptu. Üzüm yemedik ve bağcıyı dövdüğümüzle kaldık. Cumhuriyet tarihimizin özeti bundan ibaret. Aklımız az da olsa başımıza geldiğinde, (biz Türklerin gidip gelen bir aklımız olduğunu itiraf edelim) hatamızı tamir etmek istedik. İşlediğimiz eğer bir maddî hata olsa idi tamirat çoktan bitmişti. Gelin görün ki, biz bir “tarihî hata” işlemiştik ve ne olacaksa olmuştu. Tarihî hataya “hata” demekle, onun aynı zamanda tamir edilemez hususiyetini zikretmiş oluyorduk. Halbuki, hata değil, cürüm bahis konusuydu. Tarihin, biz Türkler üzerindeki bütün ağırlığı tamir edilmemiş hatalara “tarih” demiş olmamızdan ibaretti. Üzerimizden tarihin ağır yükünü atabilmek için kaderimize gönüllüce dahil olmamız zarureti vardır.

Cürüm işlenmişti ve işlenmekte berdevam idi. Ben fevkalâde ömrümle hem suçun suç, hem de suçlunun suçlu olduğuna şahidim. Dost ve düşman kim varsa, onlar arasında çoğu, benim bu beyanı hevesle dile getirdiğimi sanabilir. Hayır, ben istiyor değildim “bir şeylere” şahit olmayı. Ben (1899 doğumlu bir babanın, 1902 doğumlu bir annenin oğlu olmam hasebiyle ve) kast-ı mahsusla şahit sandalyesine davet edildim. Beni, Alman Harbi'nin sonuncu yılında doğmuş olan beni, birileri kendi lehlerine yalancı şahitlik yaparım ümidi ile şahit sandalyesine davet etti. Neye şahit olduğum hususunda, yaygın yalanı değil de katışıksız doğruyu dile getirmiş olmam beni çağıranları, beni işe koşanları rahatsız etti. Koşulduğum işin hakkını verseydim ve doğru söylemek gibi bir takıntım olmasa idi, benim bir fikriyattan diğer bir fikriyata geçtiğim uydurması ortalıkta böyle fırıl fırıl dolaşmayacaktı. İşte böylesi bir şahitlik ifademe siz de şahit olasınız diye elinizde bulunan kitabın yer aldığı “dizi” yayınlanıyor. “Dizi”de benim maruzatım yok. Biline ki, eğer görüşten görüşe, kanaatten kanaate, ideologiden ideologiye, teoriden teoriye seyahat etmiş olsaydım ve eğer durulmaya değer sabit bir yerim, müracaatı mümkün, müracaata mümkün değişmez hissiyatım olmasaydı, “bir şeylere” asla şahit olamazdım. Ömrüm boyunca “zaviyemden” çıkmadım. Bugün ölürsem Allah bana zaviyemde ölmeyi nasip etsin diye dua ediyorum. Ben bu duamı da ömrüm boyunca değiştirmiş değilim: Ölürsem bir partizan gibi ölmeliyim.

Benim neye şahit olduğumu fark edebilmeniz demek benimle aynı mensubiyeti paylaşıyor olmanız demektir. Benimle aynı mensubiyeti paylaşmanız için ise bize mahsus ve dolayısıyla müşterek bir dilimiz olmalı. İcbar edildiğimiz dille ne ben şahitlik görevimi yerine getirebilirim, ne de bir başka kişi benim şahitliğimi tasdik edebilir.

Türkiye Cumhuriyeti bir bütün kâfirlerin ağızbirliği ederek iddia ettikleri üzere “ulus-devlet” değildir. Ya nedir? Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünden bir siyasi teşkilât ve bir askeri güç olarak İslâm'ın silinmesine gayret edenlerin başarısızlığa uğramaları sebebiyle ortaya çıkmış bir muvazaa müessesesidir. Teessüs etmiş olan bu şey devletmiş gibi etki uyandırır. Şunu akla getirmelidir: Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcudiyeti İslâm düşmanı birilerinin bariz başarısızlığıyla tebellür etmiştir. O halde, başarılı olanlar kimlerdir ve nerededirler? Bu sorunun cevabını kimse kendini sansüre uğratmadan verememiştir. Sarih ve vazıh konuşamamanın sonucu olarak Türkiye'de toplum hayatının her veçhesi hususiyet arz eder. Sansür bunları ortaya çıkarmamıza, neyin hangi sebeple hususiyet arz ettiğini açıklamamıza engel olur. Manialar Türkiye'de yaşayanların böylesi hususiyetlere hassasiyet göstermeden yaşamalarına yaşamak dedirtir. Ahlaken iflâs etmiş biri değilseniz, hayatta kalmaya çabalayıp ömrünüzü tüketmekten başka yapacağınız yoktur. Neden Türkiye’de günü kurtarmak suretiyle yaşamaktan başka yol açılamamıştır? Çünkü Türkiye'de millet hayatının müstenit olduğu her şey tahrip edilmiştir. Buna mukabil millet düşmanlığı yüksek makamları işgal etmektedir. Neyi, kiminle konuşacaksınız? Hangi sular, hangi köprülerin altından aktı? Latince “sui generis” ibaresini “nev’i şahsına münhasır” şeklinde tercüme ederseniz, biraz kafanızı yormakla yerli yerince olmasa bile, yaklaşık bir anlam elinize geçer. Gelgeldim, “kendine özgü” sözü, gerçekte onu ağzına alanı hicve müstahak kıldığı halde; “kendine özgü” diyerek konuşan en anlaşılır şeyi söylüyormuş muamelesi görür.

Ortamın böyle olduğunu bilmekle, mahut “dizi” dolayısıyla müsbet bir hava eseceği vehminden kendimi uzak tutabiliyorum. Türkiye'de Türkler olarak bir düşünce dünyasına sahip olmak istiyorsak, bize ulaşan her “resmî” ve “muteber” iletinin bizim esaretimizin pekişmesine, Allah'tan gayrısına olan kulluğumuzun mühürlenmesine müteveccih olduğunu fark edebilmemiz lâzım.

Milâdın XVII. asrından, yani Türklerin mağlup edilebileceği kanaatini benimsedikleri zamandan itibaren Avrupalılar ve onların devamı olarak Amerikalılar temelsiz ve gerekçesiz iktidarları bir köken, bir mazeret bulunabilsin diye insanlığı kendi mankafalıklarına ortak olmaya icbar etti. Bu sebepten ötürü “sosyologi” var. Ben gençliğimde hem Merkezi Haberalma Teşkilâtı, hem de “sosyologi” mevcudiyetlerini nasıl temin ettiklerini merak eder durur idim. Biri varsa diğeri olmamalıydı. Bunlardan birinin diğerine var olma hakkı tanımadığı apaşikar ortadaydı. Ortada başka neler yoktu ki!

Bütün bildiklerimiz onları bize öğretenlerin gücünü ispata yarar. Bilgi kaynağımızla bilgimiz arasındaki bağı istesek de koparamayız. Koparma yönünde herhangi bir gayret gösterirsek sözünü ettiğimiz bağ kavileşir. Dünyada sınıf savaşı olduğunu bize kim öğretti?

Dünyada millî mücadele olduğunu bize kim öğretti? Sınıf ne demek? Millet nedir? Bütün bu soruların mensubiyetle ve aidiyetle irtibatlı cevapları var.

Türk milleti bütün diğer milletlerden farklı ve üstün olduğu için Türk milletine mensup olmayanların tarif ettikleri “millî mücadele” evsafı Türklerin intisabına uygun hale getirilememiştir, getirilemeyecektir. Türk milleti içinde “beraya” sınıfı tarih içinde hep kendi savaşını, yalnızca kendi vermiştir ve vermekten geri durmayacaktır. Beraya kılıç ehlidir ve haraç vermez.

İsmet ÖZEL Rasathane, 22.XII.09