mehmetnatik1@gmail.com
29 Mart 2010 Pazartesi
HSYK Başkanvekiline Ödül Yakışmış
mehmetnatik1@gmail.com
27 Mart 2010 Cumartesi
Mutabakat safsatası
konukyazar@hotmail.com
Engin Ardıç, Sabah; 27 Mart 2010
Anayasanın değişmesini istemeyenler, "açık açık reddedenler" ve "ister gibi görünüp de aslında istemeyenler" olarak ikiye ayrılıyorlar.
Tıpkı, Avrupa Birliği'ne girmeyi açıkça reddeden delikanlılar ve ister gibi yapıp taş koyan madrabazlar gibi.
Öyle ya da böyle, her iki grubun da "Allah'ın ipi" gibi sımsıkı sarıldığı bir kavram var: Mutabakat... Osmanlıcası böyle.
Frenkçesi, consensus.
Türkçesi, uzlaşma.
Bu arada "katılımcılık, çoğulculuk" falan gibi her çemiş yarı- aydının ağzına pelesenk ettiği genelgeçer laflar da pek revaçta tabii...
Fakat, uzlaşmaya asla niyeti olmayan kişilerle nasıl uzlaşma sağlanabileceği sorusuna hiçbiri yanıt veremiyor! Uzlaşma kavramı, uzlaşmak istemeyenler tarafından bir "paravan" olarak kullanılıyor!
Diyorlar ki, anayasalar mutabakatla yapılır, biz yanaşmadığımız için de, yapılmasın!
Biz de defalarca söyledik ama kalın kafalara sokamadık: Hayır, öyle yapılmaz.
O dönemde toplumda hangi "fors" ağır basıyorsa, kimin borusu öterse onun tarafından yapılır.
Tarihte hiçbir ülkede hiçbir anayasa mutabakatla yapılmamıştır.
Amerikan Anayasası için Kızılderililere mi danışılmıştır?
Fransız Devrimi'nin 1793 ve 1795 anayasalarında kralcılara mı sorulmuştur? Buna karşılık, 1814 Anayasası'nı, kral Fransız halkına değil İngiliz seçkinlerine sormuştu, İngiliz dostlarına...
Sovyetler Birliği Anayasası burjuvazinin katılımıyla mı yazıldı?
Gelelim ülkemize... 1876 yılında Mithat Paşa, Kapalıçarşı esnafının mı fikrini almıştı?
Türkiye'de 1921, 1961 ve 1982 anayasaları bürokrasi tarafından oluşturulmamış mıdır? (İlkinde düpedüz, ikinci ve üçüncüde bürokrasiye payanda olan bazı aydınların da katılımıyla...)
1924 değişiklikleri, tıpkı 1971 değişiklikleri gibi, Ankara'da bir avuç seçkin arasında kotarılmış değil midir?
1961 Anayasası için "devrik demokratlara" mı soruldu? 1982 Anayasası'nda "solun" görüşü mü merak edildi?
Haaa... Anayasa önce yapılır, sonra halka onaylatılır. Kimi zaman da hiç onaylatılmaz.
Onaylanması için gerekli "hava" da gene o dönemde toplumda borusu öten "fors" tarafından yaratılır. Bu güç, istediği sonucu elde etmek için kitle iletişim araçlarını da alabildiğine kullanır. Elde ettiği sonucu da "mutabakat" gibi gösterir.
Hani, kurtuluş savaşımızı başlatan ve yürüten ve de kazanan bürokrasinin, "halk kendiliğinden silaha sarılmış" gibi bir hava yaratması ve bunu sonraki kuşaklara böyle öğretmesi gibi...
Hani, Tekalif-i Milliye Kanunu uyarınca, uymayanın kendini İstiklal Mahkemesi'nde bulacağı ve idamla yargılanacağı "kağnıyla mermi taşıma" görevinin, "kahraman köylü vurdu sırtına mermiyi, yemeden içmeden cepheye yetiştirdi" diye pazarlanması gibi...
Emirle biraraya getirilmiş kişilerin yaptığı "ısmarlama" 1982 Anayasası için, aleyhte propaganda yapmanın yasak olduğu, zarfların soğan zarı gibi ince tutulup içindeki oyun renginin görülmesinin sağlandığı sözde halkoylaması mı demokratikti?
Şimdi de AKP'nin borusu ötüyor ve eksik de olsa, yetersiz de olsa bir değişiklik peşinde...
Bu borunun sesinin yeterince gür çıkıp çıkmadığını referandumda göreceğiz.
Değişikliği iptal edeceğine kesin gözüyle bakılan Anayasa Mahkemesi'nin tutumuna halkın nasıl bir tepki göstereceğini de, seçimde göreceğiz.
25 Mart 2010 Perşembe
İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisi
mehmetnatik1@gmail.com
Bilenler bilir eskiden Anayasa Mahkemesi Başkan ve Başkanvekilleri konuşurlardı…
Bunun en tipik örneği yakın tarihte hem başkanvekilliği ve ardından da başkanlık yapan Yekta Güngör Özden’dir…
O zamanın şartları içinde Yekta Bey güzide basının güzide misafiri olurdu her daim…
Ağzından çıkan her söz günün şartları içinde olay olurdu…
Adalet Mekanizmasında ayrı bir yere sahip Anayasa Mahkemesinin bir üyesi gibi değil de İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisinin temsilcisi makamında gibi beyanatlar verir, zaman zaman hizaya gelin mesajlarını basın aracılığıyla halka, siyasi partilere ve hükümetlere telkin ederdi…
İhtilalin kudretli albayları gibi ihtilalin ürünü olan mahkemenin kudretli yargıcı olduğunu hissettirirdi…
Kendi başkanlığı ve başkanvekilliği zamanında ülkenin temellerinde hissedilen sarsıntılara sebep olacak parti kapatma davalarına şahit olmasak bile kendisinden sonra gelen takipçileri kudretli yargıç geleneğini çok fazla basın aracılığıyla mesaj vermeden ama icraatta parti kapatma davaları ile taçlandırarak sürdürdüler…
Söz konusu laiklik ise gerisi teferruattı…
Kuruluş amacı malum olan ama özellikle 12 Eylül sonrası sivil yönetimlerin icraat ve uygulamalarının mahkeme kapısından, CHP’nin ve kardeş partilerinin Yüce Mahkemenin kapılarını aşındırması sonucu, geri dönmesi ile TBMM üstü bir görüntüyü netleştirmesi mahkemenin hukuki statüsünü kamuoyunda sorgulanır hale getirmişti…
Anayasa Mahkemesinin kuruluş ve gerekçelerine baktığınızda ilginç bir biçimde hukukta pek geçerli olmayan ihtimaller ve ucu açık yorumlarla dolu ifadelere rastlamak pek şaşırtıcı gelmez…
Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda mahkeme TBMM’nin çıkardığı yasaları Anayasaya uygunluk açısından denetlerken üyelerin bir kısmı zaman zaman makamlarının da kendilerine kazandırdığı dokunulmazlık zırhının da sağladığı rahatlıkla kendileri de halkı kafalarında ki hayat tarzına uygunluk açısından denetleyebilir gördüler…
Bugünkü yargı siyasallaşıyor söylemlerinin artması Mahkemenin vazifesini icra ederken Mahkeme üst düzey temsilcilerinin her konuda görüş beyan etmelerinin bir sonucu olarak karşımıza çıktı…
Hiçbir görüş durup dururken kamuoyu önünde beni tartışın diye arzı endam etmez… Mutlaka onu tetikleyen hadiseler önceden gelir…
Bugün geldiğimiz noktada yeni bir şeye daha şahit oluyoruz…
Şimdi söz konusu bürokratik vesayet rejimi ise gerisi teferruat oldu…
Bakın hiç laiklik elden gidiyor diyorlar mı???
Anayasa Mahkemesinin açtığı kapıdan bugünlerde çok tartışmalı kararların altına imza atmak suretiyle başka bir yüksek yargı kurumu olan HSYK girdi…
Onun aldığı kararlar her ne kadar Anayasa Mahkemesi kararları gibi geneli ilgilendirmese de yargı mensupları hakkında olması hasebiyle umuma şamil kısımları vardı…
Ortak noktaları ise aldıkları kararların kesin hüküm ifade etmesidir…
Hakim ve savcı kararnameleri ile ilgili çalışmaları rutin bir uygulama olduğu için yılda bir iki sefer adı duyulur ve kararname çalışmaları esnasında ki kulis faaliyetleri arada kaynar giderdi…
Ne zaman ki Şemdinli Davası ile başlayan süreçte davanın savcısını tartışmalı bir karar ile meslekten men etti, o andan itibaren HSYK’nın altına imza attığı kararlar hep tartışıldı…
Ergenekon nam davalar silsilesi tartışmaları iyiden iyiye alevlendirdi…
O koskoca kurum oldubitti kabilinden kararların altına imza atmaya başladı…
Sayelerinde korsan önerge kavramı literatüre girdi…
Onlar da yargı siyasallaşıyor söyleminin arkasına sığınarak siyasi bir parti gibi beyanatlar vermeye başladılar…
Kapı açılmıştı bir kere ve o kapıdan Yargıtay ve Danıştay da girdi…
Şimdi onların Başkanları da aynı ağızla aynı dili konuşuyorlar…
HSYK üyeleri Başkanvekili vasıtasıyla bir ilke daha imza attı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı hakkında suç duyurusunda bulundu…
Nedenini izah etmeye gerek yok kamuoyunun malumu…
Yabancı misyonların verdiği resepsiyonlarda Yüksek Mahkeme Yargıçlarının verdiği beyanatlara şahit olmuştuk…
Şimdi ise aleniyet kazandı beyanatlar ve medya mensupları yüksek yargı kurumlarının kapılarını mesken tuttu…
Orta yerde darbe ürünü bir anayasanın kıyısından köşesinden bir değişiklik taslağı var…
Üstelik şimdiden geniş bir kabul görmeye başladı toplumun tüm kesimlerinden…
Katkıda bulunması gereken Meclis içi muhalefetin ana unsurları malumunuz kapıları çoktan kapattığı için onları saymaz isek geriye muhalefetin ana unsuru olarak Yüksek Yargı çevreleri boy göstermeye başladı…
Anayasa Mahkemesine gelince eskisi gibi değil garip bir biçimde suskunluğunu muhafaza ediyor umarız hayra alamettir…
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bir ara koroya dahil olmuştu ama o da suskunluğa büründü…
Onu da şu aralar hissedemiyoruz…
Geriye kalanlar ise malumunuz…
HSYK, Yargıtay ve Danıştay çevreleri…
Birbiri ardına yasama ve yürütmenin kararlarına; kadrolu devlet memuru olduklarını, atanmış olduklarını ve milletin seçilmiş temsilcileri olmadıklarını, seçilmişlerse de kendi içlerinde kurulu hiyerarşik düzen içinde dar kapsamlı seçilmişler olduklarını göz ardı ederek, yetkilerini aşarak seçilmişlerin seçilmişlere muhalefetinden daha fazla muhalefet ediyorlar….
Üstelik bunu en üst perdeden sert tepki göstererek yapıyorlar…
Atanmışların seçilmişlere bir siyasi parti temsilcisi gibi muhalefet etmelerinin mer’i yasalara aykırı olduğuna hiç bakmıyorlar…
Yasa yapıcı konumundaki TBMM’ne getirilecek olan yasal ve anayasal düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğu iddiasını dillendirmekten de çekinmiyorlar…
Kendileri gibi atanmış bürokratların kendi alanlarına müdahaleleri karşısında suskunluk maskesi takıyorlar…
Mahkemelerde aynı hususlarda yargılanan şahıslar için birbirinin tam zıttı hukuk skandalı sayılabilecek kararları karşısında sessizlik denizinin derinliklerine dalıyorlar…
Bakması gereken dava dosyaları tozlu raflarda beklerken o tozlu raflarda sonuçlanmasını bekledikleri davaların sonuçlanmaması nedeniyle mağduriyetleri uzayan vatandaşları dertleri ve davalarını bir kenara bırakıp siyasi parti temsilcisi gibi dernek çatısı altında başka işlerle uğraşanlara müdahale etmeyerek zımni destek sağlıyorlar…
Yargının yargıçlar tarafından siyasallaştırıldığına bunlardan daha iyi bir örnek gösterilebilir mi???
Bir de yargının siyasallaştığından dem vuruyorlar…
Aslanlar gibi muhalefet ediyorlar…
Helal olsun…
İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisinin temsil makamında şimdi HSYK, Yargıtay ve Danıştay çevreleri var…
YARSAV tipi dernek çatısı altında hariçten gazel okumak yerine İttihadi Devlet ve Yargıçlar Terakki Partisini resmi olarak kurmak için adım atsınlar ve içişleri bakanlığına bir dilekçe versinler…
Bu ismin de kıymetini bilsinler bizden onlara hediye…
24 Mart 2010 Çarşamba
Anayasa Taslak Metni Anayasaya Aykırıymış
MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com
- Kurumlar arasında üstünlük yok. HSYK Anayasa'nın yargı bölümünde 159. maddede düzenlenmiştir. HSYK'nın yapısı Anayasa'ya göre düzenlenmelidir. Mahkemelerimiz aşırı iş yüküyle boğulmuştur. Asıl yapılması gereken iş yükünün azaltılmasıdır. Yargı reformu öncelikle bağımsızlık ve iş yükü alanında yapılmalıdır. Taslak metninde bu konunun gözardı edilmesi yargı reformunun ne olduğu görülüyor.
- Halkımız sabırla gerçek bir yargı reformunu beklemektedir. HSYK'nın idari ve mali özerkliği bulunmamaktadır. HSYK mevcut haliyle bağımsız değildir.
- Kurulda ciddi sorun yaratan konulardan biri de hakim ve savcıların dilenme uygulamalarıyla ilgili kararlardır. Dinleme kararları kurulda ciddi sıkıntılar oluşturmuştur.
- HSYK'nın görevlerinin tamamı yargıyla ilgilidir. Adalet Bakanı'nın kuruldaki varlığı yargının bağımsızlığını zedelemektedir. Buna ek olarak Cumhurbaşkanı'na dört üye seçme hakkı tanımak mevcut durumdan geriye gitme anlamını taşımaktadır. Yapılan düzeleneme yargıyı ele geçirme çabalarının ürünüdür.
- Taslak metin Anayasa'ya aykırıdır. Metin yargı bağımsızlığını tahrip etmeye yöneliktir. Yapılan çalışmalar aceleye getirilmiştir. Ciddiyeti konusunda bazı şüphelerimiz var.
- Taslak metinde yargının bağımsızlığı dikkate alınmamıştır. Yasaların ülkemizin somut gerçeklerine uygun olarak hazırlanması gerekir.
Yukarıdaki metni iyi ve dikkatlice okuyun...
Anayasa değişikliği ile ilgili ön adımı atılan çalışmalara yönelik getirilen eleştirilerden bir demet inci...
İnci dediysek de bakmayın cümleyi güzelleştirmek için kullandık mücevher cinsinden bu kelimeyi...
Alıntı açıklama Yüksek(!) Yargı çevrelerinin taslak metine yönelik eleştirilerini kapsıyor...
Dikkatle okuyanların dikkatlerinden kaçmayan şey sanırım kuru bir eleştirinin dışında hiç bir şeyin olmaması...
Gerçi mevcutla ilgili eleştiriler yok değil ama olması istenen her ne ise o da yok...
Uzun söze gerek de yok...
Ahmet Altan'ın dediği gibi...
http://www.taraf.com.tr/makale/10587.htm
Başka söze gerek de yok...
23 Mart 2010 Salı
Nev'i şahsına münhasır Ülke
mehmetnatik1@gmail.com
18 Mart 2010 Perşembe
Açılım Kapanım
MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
mehmetnatik1@gmail.com
İktidar açılım için var gücüyle çalışıyor…
Başbakanın gayretleri kayda değer…
Ak Parti’ye zaten AKP demek suretiyle tavrını çok önceden koymuş…
Haliyle iktidarın ak dediğine otomatik olarak kara diyor…
Silahlı ve silahsız ve de sivil ve dahi elinde terazi ve gözünde bağ olan kızın temsil ettiği çevrelerde kısaca bilumum bürokraside de açılıma zimnen bir direniş var…
Kralın çıplak durduğu yer orasıdır…
Bu ülkeye demokrasi getirmeye kalkışmayın…
MEHMET NATIK'IN İZLENİMLERİ
Gen.Kur.Bşk. Orgeneral İlker Başbuğ’un devir teslim töreninde yaptığı konuşmadan bir bölüm alarak kanaatimizi bu sözlerle ifade etmiştik…
Sayın Başbuğ yaptığı konuşmada Habermas’tan ve sair felsefe ve sosyoloji ve dahi tarih çevrelerinden alıntılarla süslediği konuşmasında engin bilgileri ile ne kadar derya deniz olduğunu ifade etse de satır aralarında günümüze gelinceye kadar yaptığı gibi aba altından sopa gösterme geleneğinin sıkıya süreceği mesajını taa o zamanlardan vermişti…
Şimdi...
Biz size bu ülkeye demokrasiyi getirmeye kalkışmayın demedik mi???
Bizi bilen bilir…
Bu ülkede demokrasi var diyenlere muhalifiz…
Neden?
Çünkü onun yerine demokrasimsi bir şey var ne menem bir şeyse…
İp gibi eğilip bükülebilen…
Bu ülke demokratik laik bir hukuk devletidir diyenlere muhalifiz…
Neden?
Çünkü bu bir yanılsamadır…
Bu durum ısrarla söylerinken icraatta tam tersi uygulamaların olduğu akıl sahibi herkesin kabul ettiği bir gerçektir…
Temeli inkara dayanan bir sistemde başka türlü bir anlayışın olması zaten düşünülemez…
Düşünsenize kendi halkını yıllarca aşağılayan ve bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz anlayışının hakim olduğu bir zihniyetten başka türlü bir şey beklenebilir mi?
İşte böyle bir vasatta Orgeneral İlker Başbuğ yeniden sahne aldı ve Genelkurmay Başkanlığı süresince ilk yaptığı konuşmada satır aralarında gizlediği düşüncelerine zaman içerisinde yaptığı konuşmalarda aleniyet kazandırtan sonra şu son birkaç gün içinde gazetecilikten ziyade generallerin katibi unvanı kendisine daha çok yakışan Fikret Bila’nın kalemi vasıtasıyla şüpheli sıfatı ile hakkında dava açılan bir başka orgenerale arka çıkarak bu ülkenin Demokratik Laik bir Hukuk Devleti olmadığını bir kez daha bu ülkenin askeri bürokrasisinin en üst düzey memuru olarak ispat etti…
Fermandır herkese duyurula…
17 Mart 2010 Çarşamba
Durak Duracak mı?
mehmetnatik1@gmail.com
Kimden bahsettiğimizi ifade etmemize gerek yok…
5 dönem üst üste belediye başkanı olmak Büyükşehirlerde her babayiğidin harcı değildir…
Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanını saymazsak…
En önemli ortak özelliklerinin 12 Eylül ürünü ANAP’lı siyasiler olduklarını söyleyelim ve geçelim…
Bu ülkenin gündeminden, güç ve iktidarla gelen, yolsuzluk, rüşvet ve namı diğer her türlü pislik hiçbir zaman düşmedi…
Eskiden de vardı…
Yani 12 Eylül öncesi…
Ama 12 Eylül sonrası bu işler daha bir farklılaştı…
Deyim yerindeyse profesyonellik kazandı…
Organize bir hal aldı…
İletişim ve teknoloji imkanları ve başdöndürücü gelişmeler yatırım alanlarını geliştirince ihtiyaçlar arttı…
Arz ve talep meselesi efendim…
Büyümeyi sağlamak için her türlü imkandan faydalanacaksınız…
Değerlendirilecek şey çoğalınca değerlendirecekler de çoğalır..
Taş toprak altın oluverir…
Yeter ki siz altına çevirecek mekanizmaları kullanmayı bilin…
Rüşvet ve yolsuzluk ve dahi iltimas kamuda üst düzey görev almakla eş anlamlı olarak zikredilir…
Neden???
Çünkü rüşvetin, yolsuzluğun ve iltimasın anlam kazandığı alan devlet kapısı ile bağlantılıdır da ondan…
Kamu menfaatini kollasın diye getirenlerin ve kamu menfaatine hizmet edeceğim diye hizmete talip olanların arasından çıkar hep bu pis işleri organize edenler…
Bu hal garip bir biçimde bal tutan parmağını yalar darbı meseliyle ete ve kemiğe büründürülür…
Malumunuz ayının en sevdiği yiyecek baldır…
Teşbihte hata olmasın ama ayının sevgisi içgüdüsel bir tavırdır ve ihtiyacına binaendir…
Adı rüşvet, yolsuzluk ve iltimas ile zikredilen kamu görevlisi öyle mi???
Onun ki ihtiyaçtan değil hırstır…
Gücün her türlü yolla elinde bulunmasını sağlama arzusudur…
Ölümsüzlük şerbeti içer gibi sonsuz iktidar ve zirvede kalma arzusudur…
O sebepledir ki halka hizmet için geline makamlar istisnalar devre dışı şahsi arzulara hizmete dönüşür…
Yolsuzluk halkın imkanlarından devlet eliyle çıkar sağlamanın tek kelimeyle ifade edilişin tarifidir…
Bu yolu tutturan kamu görevlileri gücün, paranın tadı ve şehveti bedenlerine bulaşınca pervasız bir biçimde her türlü mekanizmayı doğru ve yanlış demeden kullanırlar…
Gözleri kararır…
Her şeyi unuturlar…
Sanırlar ki kervan hep böyle yürür…
Ama kervanın hep böyle yürümediği zaman içinde belli olur…
Adrenalin seviyesinin hiç düşmediği ülkemiz siyasi gündemine BALYOZ gibi yeni bir gündem daha oturdu…
Adana Büyükşehir Belediye Başkanına atfedilen yolsuzluk iddiaları…
Her şey bir rüşvet in hikayesini anlatan bir kasetin ortaya çıkmasıyla dallandı ve budaklandı…
Belediye Meclisinde kadim dostluklar ebedi düşmanlığa dönüştü…
Buzdağının dibine bakılmaya başlandı..
Tartışmalar evlere şenlik bir hal aldı ve olay Adana’nın sınırlarını aşarak ülkeye mal oldu…
Başkan kendini savunmak için Adana’nın sınırlarını yeterli görmedi ve daha büyük bir şehre kapağı attı…
Orada sesini daha gür duyuracağını hesap ediyordu her halde ve sesini duyurdu da…
2 milyar dolarlık bir servetin haksız kazanca sahibi olduğu suçlamasını tv kameraları önünde zımnen 40 milyon doların üzerinde serveti olduğu cevabıyla açıklık getirdi…
Zira 40 milyon doların biraz üzerinin ucu açıktır…
Hadi ayıkla pirincin taşını…
Şimdi gelelim işin siyasi partiler ve iktidar açısından bakış açılarına…
Hatırlanacağı gibi Belediye Başkanı bir önceki dönemde Ak Parti saflarında seçime girmiş ve geçen dönem bu kimlikle Belediye Başkanı olmuştu…
Ak Parti hangi saikle kendisini aday göstermişti bilinmez…
Ama Adana gibi önemli bir ilin belediye başkanlığının kendisinde olması iktidar için önemli bir husustur ve tartışılmaz…
O nedenle gücü belli olan mevcut belediye başkanını kendi saflarına katması olağan sayılabilir…
Lakin son yerel seçimlerde Ak Parti’nin Adana Büyükşehir Belediye Başkanı adayının Aytaç Durak olmayacağı Başbakanın bizzat kendisi tarafından üstelik belediye başkanının önceki seçimlerde bir sonraki dönem için aday olmayacağı şeklindeki ifadesi de dillendirilerek deklare edilince dananın kuyruğu koptu…
Sonrası???
Aytaç bey belediye başkanlığı serüvenine MHP’nin hüsnü kabulüyle bu parti saflarında devam kararı aldı…
Ak Parti seçimi kaybetme pahasına kendisini aday göstermedi…
Sonuç olarak oldukça tartışmalı bir sürecin sonunda Aytaç Durak bu sefer MHP’li bir belediye başkanı olarak Adana Büyükşehir Belediye Başkanlığı mazbatasını eline aldı…
Tırnak içinde… Şimdi acaba nedir bu başıma gelen bu mazbatayı almaz olaydım diyor mudur acaba???
Bizim ki de kuru bir merak işte!!!
Şimdi bütün bu gelişmelerden sonra MHP Lideri başkanın istifasını istedi istemesine ama siyaseten bir darbe yedikleri açık…
Neden çünkü Ak Parti’nin seçim kaybetme pahasına saflarına almadığı bir isim kendi parti saflarında ciddi suçlamalara maruz kaldı…
CHP tartışma kervanına Aytaç Durak’ın adının yanına Zahit Akman’ın da soruşturulması gerekir gibi tuhaf bir açıklamayla dahil oldu…
Güya iktidara aba altından sopa gösteriyor…
Neden çünkü tartışmalara şu ana kadar görüldüğü kadarıyla Ak Parti cenahından bir katılma olmadı…
Sessizliklerini muhafaza ediyorlar…
Sanki onları da tartışmanın içine çekmek istiyorlar gibi…
Kazanç sağlamanın yolu olarak iktidar partisinin istemediği bir belediye başkanının üzerinden Ak Parti’ye vurmaya çalışmaları anlaşılır bir şey değil demek her halde abesle iştigal olur…
Ve yine sonuç olarak…
Mevcut yaşananlardan Ak Parti’nin kazançlı çıktığı bir gerçek olarak orta yerde duruyor…
Düşünsenize…
Böyle bir tartışma belediye başkanlığı onların uhdesinde iken çıkmış olsaydı ortalık toz duman olurdu…
Siyasetin sıcak gündeminde Adana’nın ve Akdeniz’in sıcak havası çok bunaltıcı olurdu…
Berat Özipek bir yazısında; “Bu uşak bazen taşi yanliş yere atiyi, ama Allah onun taşini yukarida düzeltiyi”.
Ama Başbakan burada galiba taşı doğru yere atmış…
Hem de tam tam isabet ettirmiş…
9 Mart 2010 Salı
Tok Kurda Puslu Hava: İsmet Özel
alintiyazi@gmail.com
"Özel Şâir"in eski ancak eskimeyen yazılarının iki kapak arasında buluştuğu "Şâirin Devriye Nöbeti-1"e takdim yazısı
Kendini tanıtıyor, Türkiye'yi anlatıyor.. Kendisiyle Türkiye'yi aynılaştırıyor.. şiiri 'biçim'lenirken; yazıları 'içerik' kazanarak şiir tadına ulaşıyor..

ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 2 "Bileşenleriyle Basit", Eylül '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 3 "Neredeyizim", Ekim '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 4 "Ebrulî Külâh", Kasım '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 5 "Evet mi, Hayır mı?", Aralık '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 6 "Allah'ın Emri Zaid - Plus Peygamberin Kavli", Ocak '10
TOK KURDA PUSLU HAVA
i s m e t ö z e l
6 Mart 2010 Cumartesi
EVET Mİ, HAYIR MI? "Sınıf Savaşı Evet, Milli Mücadele Hayır"

alıntı yazılar
alintiyazi@gmail.com
"Özel Şâir"in eski ancak eskimeyen yazılarının iki kapak arasında buluştuğu "Şâirin Devriye Nöbeti - 5"e takdim yazısı
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 1 "Tok Kurda Puslu Hava", Ağustos '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 2 "Bileşenleriyle Basit", Eylül '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 3 "Neredeyizim", Ekim '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 4 "Ebrulî Külâh", Kasım '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 5 "Evet mi, Hayır mı?", Aralık '09
ŞAİRİN DEVRİYE NÖBETİ 6 "Allah'ın Emri Zaid - Plus Peygamberin Kavli", Ocak '10
EVET Mİ, HAYIR MI?
"Sınıf Savaşı Evet, Millî Mücadele Hayır"
i s m e t ö z e l

Değiştik, değişiyoruz. Evet, kolayca herşeyin en başından beri alelade bir akışa bırakıldığını söyleyebiliriz. Ah, evet; ben de herşeyin akış halinde olduğunu işitenler arasındayım. Nelerin değiştiğini, kimler eliyle değişim uygulandığını bilmek beni ömrümün fevkalâdeliği fikrine götürdü. Değişene rağmen değişmeyeni anlamış olmakla, attığım her adımdaki, aldığım her nefesteki fevkalâdeliği kavradım. Ömrümdeki fevkalâdelikten, başkalarının alelâdeliğini istihraç ettim. Herkes başından beri “sefalet” deyip kadeh kaldırıyordu. Herkes çoktan beri alelâdelikte bir isabet olduğu fikrini kabullenerek alelâdeleşmişti. Kadeh kaldıranlarla ben de kadeh kaldırdım. Babamdan kalma hafif bir sağırlığım var. Sanıyordum ki “asalet” diyerek kadeh kaldırıyorlar. Yani ben, hayatı kavrayış tarzımı onlara da teşmil etmiş ve kadeh kaldıranların fevkalâde bir tarafları olduğuna vehmetmiştim. Sırf bu sebepten insanların bütün sabahlarını merak ettim. Ben hep derin bir merak içinde kaldığım ve kaldığım yerin manzarası çok güzel olduğu için olduğum yerden hiç ayrılmadım. Yanımda bir Allah'ın kulu daha olup olmadığını da merak ettiğim için bir yerlere uzandım. İsmet Özel olarak benim, bir zamanlar Marksist, daha sonra Şeriatçı ve nihayet Türkçü olduğumu iddia eden ve bu iddilarını herkese duyurmak isteyenler var. Bunlar benim yanıma gelmeyi kendi felâketleri olarak görenlerdir. Yanımda hiç olmadılar, hiç olmayacaklar. Gayri-Müslim dünyanın “truism” hastalığı asırlar içinde hepsini ifsad etmiştir ve söylediklerinin, “İsmet Özel bir zamanlar çocuktu, daha sonra gençlik çağını yaşadı ve nihayet ihtiyarladı” demekle aynı kapıya çıktığını anlayamayacaklardır.
Var mıydı? Var olabilir miydi yancağızımda bir Türk daha? Suali müsbet cevaplandıralım ve var sayalım. Varsa, onunla ben “biz” olarak devam edelim. Bilinsin ki, bizim maksadımız asla bağcıyı dövmek değildi ve biz gerçekten üzüm yemek istiyorduk; ama aramızda yaşayan ve Türklükle ilişkisi hiç de müspet olmayan birileri, bağcıyı dövmedikçe üzüme el süremeyeceğimize bizi ikna etti. Onlar bizim kanaat önderlerimizdi. Bizler kanaat getirmişler olarak, bize mühlet olarak tanınan tüm zamanı ve elde bulundurduğumuz imkânın tamamını bağcı dövmeye ayırdık. Vakit öyle ilerledi ki, iştihamızla üzüm arasındaki irtibat koptu. Üzüm yemedik ve bağcıyı dövdüğümüzle kaldık. Cumhuriyet tarihimizin özeti bundan ibaret. Aklımız az da olsa başımıza geldiğinde, (biz Türklerin gidip gelen bir aklımız olduğunu itiraf edelim) hatamızı tamir etmek istedik. İşlediğimiz eğer bir maddî hata olsa idi tamirat çoktan bitmişti. Gelin görün ki, biz bir “tarihî hata” işlemiştik ve ne olacaksa olmuştu. Tarihî hataya “hata” demekle, onun aynı zamanda tamir edilemez hususiyetini zikretmiş oluyorduk. Halbuki, hata değil, cürüm bahis konusuydu. Tarihin, biz Türkler üzerindeki bütün ağırlığı tamir edilmemiş hatalara “tarih” demiş olmamızdan ibaretti. Üzerimizden tarihin ağır yükünü atabilmek için kaderimize gönüllüce dahil olmamız zarureti vardır.
Cürüm işlenmişti ve işlenmekte berdevam idi. Ben fevkalâde ömrümle hem suçun suç, hem de suçlunun suçlu olduğuna şahidim. Dost ve düşman kim varsa, onlar arasında çoğu, benim bu beyanı hevesle dile getirdiğimi sanabilir. Hayır, ben istiyor değildim “bir şeylere” şahit olmayı. Ben (1899 doğumlu bir babanın, 1902 doğumlu bir annenin oğlu olmam hasebiyle ve) kast-ı mahsusla şahit sandalyesine davet edildim. Beni, Alman Harbi'nin sonuncu yılında doğmuş olan beni, birileri kendi lehlerine yalancı şahitlik yaparım ümidi ile şahit sandalyesine davet etti. Neye şahit olduğum hususunda, yaygın yalanı değil de katışıksız doğruyu dile getirmiş olmam beni çağıranları, beni işe koşanları rahatsız etti. Koşulduğum işin hakkını verseydim ve doğru söylemek gibi bir takıntım olmasa idi, benim bir fikriyattan diğer bir fikriyata geçtiğim uydurması ortalıkta böyle fırıl fırıl dolaşmayacaktı. İşte böylesi bir şahitlik ifademe siz de şahit olasınız diye elinizde bulunan kitabın yer aldığı “dizi” yayınlanıyor. “Dizi”de benim maruzatım yok. Biline ki, eğer görüşten görüşe, kanaatten kanaate, ideologiden ideologiye, teoriden teoriye seyahat etmiş olsaydım ve eğer durulmaya değer sabit bir yerim, müracaatı mümkün, müracaata mümkün değişmez hissiyatım olmasaydı, “bir şeylere” asla şahit olamazdım. Ömrüm boyunca “zaviyemden” çıkmadım. Bugün ölürsem Allah bana zaviyemde ölmeyi nasip etsin diye dua ediyorum. Ben bu duamı da ömrüm boyunca değiştirmiş değilim: Ölürsem bir partizan gibi ölmeliyim.
Benim neye şahit olduğumu fark edebilmeniz demek benimle aynı mensubiyeti paylaşıyor olmanız demektir. Benimle aynı mensubiyeti paylaşmanız için ise bize mahsus ve dolayısıyla müşterek bir dilimiz olmalı. İcbar edildiğimiz dille ne ben şahitlik görevimi yerine getirebilirim, ne de bir başka kişi benim şahitliğimi tasdik edebilir.
Türkiye Cumhuriyeti bir bütün kâfirlerin ağızbirliği ederek iddia ettikleri üzere “ulus-devlet” değildir. Ya nedir? Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünden bir siyasi teşkilât ve bir askeri güç olarak İslâm'ın silinmesine gayret edenlerin başarısızlığa uğramaları sebebiyle ortaya çıkmış bir muvazaa müessesesidir. Teessüs etmiş olan bu şey devletmiş gibi etki uyandırır. Şunu akla getirmelidir: Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcudiyeti İslâm düşmanı birilerinin bariz başarısızlığıyla tebellür etmiştir. O halde, başarılı olanlar kimlerdir ve nerededirler? Bu sorunun cevabını kimse kendini sansüre uğratmadan verememiştir. Sarih ve vazıh konuşamamanın sonucu olarak Türkiye'de toplum hayatının her veçhesi hususiyet arz eder. Sansür bunları ortaya çıkarmamıza, neyin hangi sebeple hususiyet arz ettiğini açıklamamıza engel olur. Manialar Türkiye'de yaşayanların böylesi hususiyetlere hassasiyet göstermeden yaşamalarına yaşamak dedirtir. Ahlaken iflâs etmiş biri değilseniz, hayatta kalmaya çabalayıp ömrünüzü tüketmekten başka yapacağınız yoktur. Neden Türkiye’de günü kurtarmak suretiyle yaşamaktan başka yol açılamamıştır? Çünkü Türkiye'de millet hayatının müstenit olduğu her şey tahrip edilmiştir. Buna mukabil millet düşmanlığı yüksek makamları işgal etmektedir. Neyi, kiminle konuşacaksınız? Hangi sular, hangi köprülerin altından aktı? Latince “sui generis” ibaresini “nev’i şahsına münhasır” şeklinde tercüme ederseniz, biraz kafanızı yormakla yerli yerince olmasa bile, yaklaşık bir anlam elinize geçer. Gelgeldim, “kendine özgü” sözü, gerçekte onu ağzına alanı hicve müstahak kıldığı halde; “kendine özgü” diyerek konuşan en anlaşılır şeyi söylüyormuş muamelesi görür.
Ortamın böyle olduğunu bilmekle, mahut “dizi” dolayısıyla müsbet bir hava eseceği vehminden kendimi uzak tutabiliyorum. Türkiye'de Türkler olarak bir düşünce dünyasına sahip olmak istiyorsak, bize ulaşan her “resmî” ve “muteber” iletinin bizim esaretimizin pekişmesine, Allah'tan gayrısına olan kulluğumuzun mühürlenmesine müteveccih olduğunu fark edebilmemiz lâzım.
Milâdın XVII. asrından, yani Türklerin mağlup edilebileceği kanaatini benimsedikleri zamandan itibaren Avrupalılar ve onların devamı olarak Amerikalılar temelsiz ve gerekçesiz iktidarları bir köken, bir mazeret bulunabilsin diye insanlığı kendi mankafalıklarına ortak olmaya icbar etti. Bu sebepten ötürü “sosyologi” var. Ben gençliğimde hem Merkezi Haberalma Teşkilâtı, hem de “sosyologi” mevcudiyetlerini nasıl temin ettiklerini merak eder durur idim. Biri varsa diğeri olmamalıydı. Bunlardan birinin diğerine var olma hakkı tanımadığı apaşikar ortadaydı. Ortada başka neler yoktu ki!
Bütün bildiklerimiz onları bize öğretenlerin gücünü ispata yarar. Bilgi kaynağımızla bilgimiz arasındaki bağı istesek de koparamayız. Koparma yönünde herhangi bir gayret gösterirsek sözünü ettiğimiz bağ kavileşir. Dünyada sınıf savaşı olduğunu bize kim öğretti?
Dünyada millî mücadele olduğunu bize kim öğretti? Sınıf ne demek? Millet nedir? Bütün bu soruların mensubiyetle ve aidiyetle irtibatlı cevapları var.
Türk milleti bütün diğer milletlerden farklı ve üstün olduğu için Türk milletine mensup olmayanların tarif ettikleri “millî mücadele” evsafı Türklerin intisabına uygun hale getirilememiştir, getirilemeyecektir. Türk milleti içinde “beraya” sınıfı tarih içinde hep kendi savaşını, yalnızca kendi vermiştir ve vermekten geri durmayacaktır. Beraya kılıç ehlidir ve haraç vermez.
İsmet ÖZEL Rasathane, 22.XII.09