28 Mart 2009 Cumartesi
Yeni Kabine
sstirit@msn.com
Başbakanın seçimden sonra kabinede değişiklik yapabileceği konuşulmaktadır. ETÖ'nün listesini aynen uygularsa sorun kalmaz!. Devlet ve millet kalır mı orası meçhul.. Bakar mısınız darbe yapsalarmış ülke kimler tarafından yönetilecekmiş.. Güler misin ağlar mısın?
1) Millî Birlik Komitesi Başkanı ve Devlet Başkanı: Şener Eruygur
2) Millî Birlik Komitesi Üyesi: Hurşit Tolon
3) Millî Birlik Komitesi Üyesi: İlhan Selçuk
4) Başbakan: Sinan Aygün
5) İçişleri Bakanı: Veli Küçük
6) Adalet Bakanı: Kemal Kerinçsiz
7) Sağlık Bakanı: Turhan Çömez
8) Millî Eğitim Bakanı: Kemal Gürüz
9) Gençlik ve Spor Bakanı: Fikri Karadağ
10) Avrasya Birliği’nden Sorumlu Devlet Bakanı: Doğu Perinçek
11) Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı: Tuncer Kılınç
12) Sanayi Bakanı: Mustafa Özbek
13) Emniyet Genel Müdürü: İbrahim Şahin
14) MİT Müsteşarı: Levent Ersöz
15) Diyanet İşleri Bakanı: Hüseyin Görüm
16) YÖK Başkanı: Kemal Alemdaroğlu
17) Anayasa Mahkemesi Başkanı: Sabih Kanadoğlu
18) Birinci Ordu Komutanı: Muzaffer Tekin
19) CHP Genel Başkanı (Tek Parti): Tuncay Özkan
20) Daha sonra kurulacak muhalefet partisi lideri: Mustafa Balbay
21) Adli Tıp Kurumu Başkanı: Ümit Sayın
22) Sakarya Üniversitesi Rektörü: Emin Gürses
23) Sultanbeyli Belediye Başkanı: Doğu Silahçıoğlu
24) Devlet Tiyatroları Gn. Müdürü: Nurseli İdiz
25) Başbakanlık Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu: Seyhan Soylu (Sisi)
27 Mart 2009 Cuma
Blogger sorunu
Free proxy sağlayan sitelerden biriyle giriş yapmayı denedim ve bu yazıyı okuyabiliyorsanız başardım demektir:) ben www.beatfiltering.com u kullandım yazı eklemek isteyen arkadaşlarım sorun aşılıncaya kadar bu metodu kullanabilirler. Bir diğer yol da dns ayarlarını kurcalamak olabilir. Selamlar.
ONLAR SANDIĞI ÖNÜME KOYMADIKÇA BENİ BİR DAHA SANDIK ÖNÜNDE GÖRMEYECEKSİNİZ
Onlar kimler? Ben kimim? Neler oluyor? Geride bıraktığımız günlerde basında yer alan iki anketin sonuçları “onları” hayrete düşürdü. Onların düştüğü hayret de kat etmekte bulunduğum yoldaki zeminin ne kadar sağlam olduğu hususundan “benim” bir kez daha haberdar olmamı sağladı. Onlar taktıkları at gözlüğü sebebiyle önlerinde tek ve geniş bir yol olduğu inancıyla yürüyorlar; oysa ben yürünecek yol ihtimallerinden sadece birini seçmiş olmanın tedirginliği ile, adımlarımı dikkatle atarak ilerliyorum. Onlar dünya şartlarını “veri” (donnée, muta) sayarak yaşıyorlar ve bu yüzden başlarına gelenleri çekmekle yetinmeyip çektiklerinin başına geçiyorlar. Ben ise yaşanılan her şeyin sayısız “ihtimal” (probabilité, olasılık) arasından gerçekleşen bir tanesi olduğuna, her ne vuku bulmuşsa onun yerini bir başkasının pekâlâ doldurabileceğine ve Allah’a mecburiyet yüklenemeyeceğine inanıyorum. Dolayısıyla “onlar için” tarih bizi boyun eğmek zorunda bırakan büyük dönüm noktalarını kavidir; oysa “benim için” zamanın içindeki her anı tarihin bir büyük dönüm noktası durumuna dönüştürmek mümkün görünür.
Sözünü ettiğim iki anketten birini Conrad Adenauer Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaptırmış, diğer anketi Celihar adli şirket İran İslâm Cumhuriyeti’nde yapmış. Anket sonuçlarına göre resmi yaftasında “İslâm” kelimesi bulunan ülkede halkın dindarlık tavrı, resmî politikası laiklik pazarlamaya adanmış ülkedeki halka nazaran çok geride. Onlar İran’da Cuma namazına gidenlerin ancak nüfusun yüzde 12’sini teşkil etmesine mukabil, Türkiye’de nüfusun yüzde 55’inin Cuma namazı kılmasını şaşırtıcı buluyorlar. Bu şaşkınlıkta Türkiye’de uygulamaya sokulan bunca manipülasyonun yabana mı gittiği sorusunun payı var elbet. Bütün hesaplarını İslâmiyet’in nizam verici karakterinin baskın çıktığı bir toplum modeline asla dönülemeyecek bir reformlar dizisinin kökleşeceği beklentisiyle yapanlar her gün bir şaşkınlıktan bir başka şaşkınlığa düşebilir. Halbuki İran ve Türkiye arasında mübayenet gibi görünen şey Müslüman toplumlarda bin yıldır olagelen bir şeydir: Türkiye’de devletin terk ettiğine millet sahip çıkmış, İran’da milletin terk ettiğine devlet sahip çıkmış. Müslüman toplumlardaki dini hassasiyeti bileşik kaplardaki sıvının hareketine benzetmek mümkündür. Hulefa-i Raşidin devrinden zamanımıza kadar uzanan çizgide eğer bir İslâm tarihi doğmuşsa dini hassasiyet adını verdiğimiz dinamizmin toplumu teşkil eden zümreler arasından geçen damarda deveran edişi dolayısıyla doğmuştur. Bu tebeyyün yüzünden İslâm’ın İran’da ne anlama, Türkiye’de ne anlama geldiği ben ve benim gibiler arasında ayrıca tartışılmalıdır. Onların bu işten bir şey anlayacakları yok.
Anket sonuçlarının bir yorumu Türkiye’de resmi makam ve kurumların değil ve fakat milletin kabaca sahip çıktığı bir İslâm anlayışının ağır bastığına işaret ediyor; ama bu İslâm anlayışının aslî karakteri hakkında bir belirginliğe yer verilmemiş. Tasavvufun harmanladığı bir anlayış mı bu? Yoksa bu anlayışın doğrultusu selefi görüşleri etkisiyle mi belirlenmiştir? Doğrusunu isterseniz Türkiye’de milletin içselleştirdiği İslâm anlayışı kendine mahsus biçimini ne tekke ve zaviyelerin bir nefs disipliniyle, ne de İslâm modernistlerinin uyarlanma kurallarıyla kazanmıştır. Türk milleti kendi İslâm anlayışı içinde yeri geldiği, çıkarları uygun düştüğü minval üzere hareket etmiştir. Bakarsınız bir gün dervişane bir davranış örneği gösterir, ertesi gün yaptıklarını değme seleflerin yaptıklarından ayırt edemezsiniz. Siyasettir milletin yaptığı ve nitekim milletin sahip çıktığı İslâm anlayışı ancak siyaset dilinde ifadesini bulabilir.
Bizim milletimiz İslâm tarihinin hesaba katılır bir halkası olmaktan vazgeçmediği bir İslâm anlayışına sahip çıktı ve halen çıkıyor. Gündemini tarih bağlamında bir siyaset oluştursun istiyor. Siyaset sahnesine çıkanlar arasından “tarihi şahsiyet” olma yolunu seçtiğini zannettiklerini destekliyor. Sahiden öyle mi? Öyleyse de ben bunları nereden biliyorum? Sanki “millet” diye müşahhas biri var da, ben onu karşıma alıp konuştum ve sonra dediklerini yazıya döktüm. Oldu mu böyle şey? Olmadı tabii... Olanlar şunlardır: Eğer Modem Türkiye’nin ilk anayasasında “din-i İslâm” devletin varlığı babında benimsenmiş bir kavram olarak zikredilmemiş olsaydı Türk milletinin bir teşkilata mensup ve sahip olduğunu hiç kimse söyleyemeyecekti. Türk milletinin yabancı güçlerin işgaline uğramadığının ispatı esas teşkilatın İslâm güvencesi altında olduğunu göstermekle yapılabilirdi. Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde Balkanlardan, Kafkasya’dan ve daha nice yöreden Türkiye’ye göç eden insanlar “gâvur içinde kalmaktansa kendi insanları ile birlikte yaşamak” tercihinde bulundular. Bu sadece korunma güdüsünün uzantısı değildi. Göçmenler yeni yerleşim alanlarını ikbal avcılığı saikiyle seçmemişlerdi. Göçmek de göçenlerin statü kaybını önlemeye müteveccih bir siyasetti. Türkiye’de insanla toprağı birbirine sadece inanç, sadece İslâmiyet’le sağlanan mensubiyet idraki bağlıyor. Gaza Beylikleri döneminden bu yana Türkiye topraklarında oturanlarla 93 Harbi, Balkan Harbi, Seferberlik sonrasında Türkiye’ye gelenler sadece İslâm’ın çerçevelediği, belki de etnik ve sair çeşitlilik yüzünden sadece İslâm’ın çerçeveleyebileceği birlik içindeydiler. İnsanla toprak arasındaki İslâm bağını kaldırdığınız zaman her insanın başka bir yere, her toprak parçasının başka bir ele uğraması bin yıla yakın bir zamandır işten bile değildi ve halen işten bile değildir.
14 Mayıs 1950’de bir hükümetin yerini bir başka hükümete seçim sonucu bırakmış oluşu Türk milletinin tarihteki yerini yeniden ele geçirme isteğinin bir belirtisidir ve Cumhuriyet tarihinde tekerrürü henüz vuku bulmamıştır. Yani Türk milletinin önüne seçim sandığı şimdiye kadar sadece bir kere, yukarıda andığım günde konmuştur. 1950’deki, tahminleri aşan seçim sonucu milletin Türkiye’de insanla toprak arasındaki İslâm bağının bekçiliğini devlete kayıtsız şartsız bırakmayacağını yansıtıyordu. Söz konusu bağın bekçiliğine kayıt ve şart getirilmesini isteyen bir milletin varlığı tanınmalıydı. Bu yüzden 1950’nin vurgusu kimlerin iktidara geldiğine değildi; 14 Mayıs seçimlerinde vurgulanan kimlerin iktidardan düştüğüdür.
27 Mayıs 1960 ihtilâli akabinde millet nazarında önem kazanan siyasi roller oldu. Dolayısıyla Türk milletinin dikkati ihtilâlin kimleri yerinden ettiğine değil Türkiye’yi nelerden mahrum bıraktığına çevrildi. 1961 seçimleri, üzerinden daha bir yıl bile geçmemiş ihtilâlin buharlı havasıyla gerçekleşti. Bu “olağanüstü hal” yüzünden Türk milleti tarihteki işlevinden yoksun kalmak istemediğini 1965 seçimlerinde gösterebildi ve TBMM’ne milletvekili sayısı istediği kanunu çıkarmaya yetecek bir iktidar partisi gönderdi. Türk milletinin tarihte bir işlev yüklenmesini kendi güçlerinin korunması için amansız bir tehlike görenler 12 Mart 1971’de TC hükümetine bir “muhtıra” verdiler. Verilen muhtıra sonucu Türkiye’de bir “ara rejim” yaşandı. Ara rejimin elemanları arasında ABD sınırları içindeki meşguliyetlerinden kopup Türkiye’ye celp edilen “bakanlar” vardı. Çok geçmeden bakanlar arasına, her ne hikmetse, muhtırayla devrilen hükümetin bir bakanı da eklendi. Ara rejim iki buçuk yaşına henüz gelmişti ki genel seçimler geldi muktedirlerin kapısına dayandı, Acaba Türk milleti tarihteki yerini alma konusunda hâlâ ısrarlı mıydı? Eğer ısrarlıysa tasmaları dünya sistemi tarafından imal edilmiş bekçileri 1965’te vaki olandan çok daha ağır bir hezimet bekliyor olabilirdi.
Bu korkunç akıbeti önlemek için alınan “tedbir” tehlikeli bir oyundan başka bir şey değildi. 1973 seçimlerinde milletin önüne oy istemek için çıkanlar Türkiye’nin “tarihsel hata”dan arındırılacağı vaadinde bulundular. Yeter ki millet devletten inisiyatif talebinde bulunmasın. Eğer millet kendi haklarına sahip çıkma konusunda inatçılık etmezse Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri devlet olarak kıskıvrak bağlanmasına sebep olan beynelmilel kayıt ve şartlardan kendini azade kılmak için milletle barışmayı göze alacaktı. Olayın anlamıyla cereyan tarzı birbirine hiçbir zaman uymadı. Mevzu Türk milletinin tarihteki işlevi idiyse kediye ciğer emanet edilmişti. Beri yandan Türkiye’ye o yıllarda henüz uğramış ulan siyasi tayf bir ürün vermekte gecikmedi. CHP-MSP koalisyonu sayesinde İstiklâl Harbi’nden sonra ilk defa hilal ve salip karşı karşıya geldi. Türk askeri Kıbrıs’a çıktı.
Ne olursa, olsun. Kedi ciğeri yemişti bir kere… Türkiye varlık sebebini unutmuş bir ülke durumuna düşüvermişti. Türk toplumdaki anlayış ölçüleri günden güne bulanıklaşarak tarihteki yerini kazanma konusundan modem mitosların çekiciliğine kapılmaya doğru kaymıştı. Türkiye’de yaşayan insanlar sadece beynelmilel geçerliği olan bir şeyi anlayabilecek kapasitede insanlar haline geldiler. Dikkat edin: “Beynelmilel geçerliği olan” dedim, “beynelmilel değeri olan” demedim. Artık Türkiye devleti ve milletiyle kontrol altında tutulmayı bir nimet sayan açıklanamaz bir olaydır.
Bu yüzden benim merakımı mucip olan önümüzdeki genel seçimlerde geçerli oyların yüzde onunu alamadığı için meclise giremeyen siyasi partilerin “tarihe” karışıp karışmayacaklarıdır. Kaybedenler tarihin kayda değer bulduğu neyi kaybetmiş olacak? Kazananların ne kazandıkları tarihin umurunda olacak mı? Taraflardan birini veya her ikisini birden içine alan bir tarihin, bir siyasi tarihin mevcut olup olmadığını merak ediyorum. Türkiye’deki siyasi partiler birer hükmi şahsiyet olarak tarihte yer verilmeye değer bir ağırlık taşımışlar mıydı? Merakım gerçek şahsiyetler söz konusu olduğunda da canlılığından fazla bir şey kaybetmiyor. Filanca veya falanca kimse seçime sokulmadığı, siyasi hayatına son verildiği taktirde tarihe mi gömülecek? Tarih bunları kendine gömdürür mü? Tarihle bir alıp verecekleri var mı böylesi kimselerin? 1964 yılından günümüze kadar (tam otuz sekiz sene) siyaset sahnesinin en görünen, en parlak ışıklı yerinden hiç eksik olamamış Süleyman Demirel kimdir? Bu zat için siz “tarihi bir şahsiyet” ibaresini kullandığınız taktirde sizi anlatımında isabet kaydeden biri gibi mi karşılarız, yoksa şakacı biri gibi mi? Bir insan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan için “demokrasi şehidi” dediği zaman bu insanın amacı bir kara mizah örneği vermek midir, yoksa bu insanın patavatsızlık şampiyonasında bir dereceye talip olduğu fikrine mi rağbet edelim?
Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili siyasi hayatın neleri havi olduğunu keşifte zorlanmamızın sebebi tek partili siyasi hayatın muhtevasına vukufumuz bulunduğundan değildir. Çok partili siyasi hayatımızın bânisi, Milli Şefimiz, cumhurbaşkanlığı yaptığı sırada mektep kitaplarının kendisini “İnönü’nde komutan / Tarihte Lozan / Hem bilgin, hem kahraman / İsmet İnönü” diyerek karşıladığı zat için de “tarihi bir şahsiyet” tabirini kullanmak ciddiyetle bağdaşmayacaktır. Çünkü Türk toplumu için bir dönüm noktası tespiti esas alındığında Adnan Menderes’ten esirgediğiniz şeyi İsmet İnönü’ye bağışlarsanız bunun açıkladığı şey sizin tarafgirliğinizden başka bir şey değildir. Tarafgirlik ise aynı bütünlüğün bir parçası kalarak anlaşmak isteyenlerin anlaşılır bir siyaset dili kazanmaları önünde en büyük engel olarak hâlâ durmaktadır. Tarih tarihi şahsiyetlerin namevcudiyetiyle mi yapılıyor sorusunun ettirdiği rüzgâr altında, hiç değilse Mustafa Kemal Atatürk’ün “tarihi bir şahsiyet” oluşu önünde herhangi bir engel bulunmuyor, savını ileri sürenler olacaktır. Eğer “Tarih menakıbdan ibarettir” önermesi kanıtlanabilirse iddia makamına hakkını teslim etmek gerekecek.
Millet olarak nereden nereye gittiğimizin bilinci bizim tarihimizdi. Tarihimiz “bir” millet oluşumuzun tarihiydi. Beni tarihten silme karşılığında hayvanî bir rahatlık teklif edenlerin atmosferine kendi hesabıma ben girmem. Seçimlerde Türk tarihi yok; ben de yokum.
Gerçek Hayat / 20 Eylül 2002
24 Mart 2009 Salı
Şu Bizim Medya ve Mustafam Balbayım
mehmetnatik1@gmail.com
Hani derler ya nev-i şahsına münhasır….
Bizde ki her şeyi tanımladığımız gibi medyayı tanımlamak için de bu ifadeyi kullanabiliriz…
Dünyada bu işler nasıl oluyor yakından görme şansına sahip olmadığımız için bir şey söyleyemeyiz ama uzaktan gözlemlediğimiz kadarıyla bir kanaat hasıl olmuş durumda…
O da gazetecilikte oluşan ahlaki kurallara genel hatlarıyla uyulduğudur…
Embetted türü gazeteciliği saymaz isek, genel geçer kural bu…
Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil…
Ama biz başkayız…
Ne ararsan var…
Ama en ilginci gazetecilik kisvesi altında gazeteciliği alet ederek gazeteciliği katleden türden ne ararsan o var…
Hoş zaten bu topraklarda son 150 yıl içinde ne doğduysa çoğu prematüre doğdu…
Gazetecilik de bunlardan birisi…
Sonumuz hayrola…
Mesela bunlardan bir örnek…
Gazeteciliği infazcılıkla karıştırıp da gerçek infazlar yapanlar infaz kumpası ortaklığı yaptığı
ortaya çıkınca infaza kurban gittim diye bas bas bağırıyorlar… Olayı müşahhaslaştıralım…
Ve bir örnek ile süsleyelim…
Huzurlarınızda Mustafam Balbayım…
Cezaevinden gazetesine açıklama döşenmiş…Bunlar Şantaj & Montaj diye…
Balbayım bu ifade ile ben bunları silmiştim dediği ve kendi dilinin kurbanı olarak açık verdiği günlüklerini kast ediyor…
Gazetesinde çarşaf çarşaf yayınlanan şantaj montaj ve dahi masa başı kurgu haberlerden canı yananların sesini duyuramadığı ya da kulaklarını tıkayarak duymazdan geldikleri yargısız
infazları hatırlayıp Çalma el kapısını tık tık ile çalarlar kapını tak tak ile diye düşünüyor mudur…
Bırakın onu bunu Genç Subaylar Rahatsız manşetini attırdığı zaman bugünlerin zeminini hazırladığının farkına varmış mıdır…
Kader işte böyle bir şey…
İnsanı nerelerden nerelere getiriyor…
Tecrite koymuşlar kendisini…
Avukatı itiraz etmiş…
Yalnızlık korkusu mu var ne?
Ruh hali bozulmasa bari…
Hayal dünyasında tek kişilik hücrede çile doldurma planı olduğunu sanmam…
Sen kalk en namlı mekanlardan en gamlı mekanlara düş…
Olacak iş mi bu?
Evet olacak iş bu…
Dünya böyle bir şey işte…
Allah düşürmesin…
Öteden beri aklımı kurcalayan bir şey var sizinle onu paylaşayım…
Kendisinin yıldızı Uğur Abisinin katledilmesiyle parlamıştır… Bilenler bilir…
Hep merak ederim…
Uğur Mumcu’nun suikasta kurban gitmeden çok önce İlhan Selçuk Abileriyle arası bozulmuştu…
Neredeyse Cumhuriyet Gazetesinden kopanlar kervanına katılmasına ramak kalmıştı…
O meş’um suikasta kurban gidince birden bire herkes cenazenin etrafında halelendi…
Hatırlayan var mı bilmem vardır mutlaka….
İlhan Abileri Cumhuriyet Ankara bürosunun önünde cenazenin yanı başında ateşli kalabalıklara hitap ederek Uğur Mumcuya ağlamıştı…
Genç cevval Mustafam Balbayım da oradaydı…
Kendisinin arası nasıldı acep???
Ya da şöyle soralım?
Uğur Mumcu’nun darbe türü şeylere sıcak bakmadığı bilinir.
Yaşasaydı Mustafam Balbayım’a ne derdi?
Ya da o hayatta olsaydı böyle bir oyunu fark etseydi ne derdi?
Veya Kelebek Etkisi dedikleri şey…
Bu kumpas nasıl gelişirdi?
ne demişler.. ne olmuş.. niye diyemiyorlar..
| ||||||||
| ||||||||
1- Hakan Aygün- Bugün:
"Yüzde 99 olasılıkla, 22 Temmuz'da hiçbir parti tek başına iktidara gelemez! AKP'nin yüzde 40 oyla tek başına iktidarı yüzde 1'lik sürprizdir! Ağar'ın Kırat'ı fotofinişte "altıncı parti" olarak Meclise girerek, "altılı ganyan oyuncuları"nın kuponlarını yatıracaktır. DP giremezse GP'nin Meclis'e girmesi benim "altılı"daki sürpriz "kolon" umdur! Bu yazımı da kesip bir yere saklayın, 23 Temmuz'da hesaplaşalım!"
Pazar gecesi "sandıklar açılana kadar baki kalmak üzere" tahminlerimizi sürdürelim: "23 Temmuz sabahı Türkiye Baykal'ın Başbakanlığıyla uyanacak"
2- Tufan Türenç-Hürriyet
"CHP'liler son anketinde AKP'yi yüzde 48 olarak çıkaran Tarhan Erdem'e "Anketi Süleymaniye, Sultanahmet ya da İsmail Ağa Camii'nde mi yaptın?" diye sordu..."
3- Emin Çölaşan-Hürriyet:
"Fakat kim iktidar olacak, hangi parti yüzde kaç oy alacak diye sorarsanız, onu bilen yok. Her kafadan farklı bir ses çıkıyor. AKP açısından saltanat bitiyor. Şimdi korku dağları bürüdü. AKP bu tabloyu gördü ve telaşa kapıldı. Kulaklarına kar suyu kaçtı. Şimdi Başbakan tarafından miting meydanlarında verilen "tek başıma iktidar olamazsam siyasetten çekilirim" mesajı boşuna değil. Son kozunu oynuyor." 4- Mehmet Y. Yılmaz-Hürriyet:
"Ben son açıklanan anket sonuçları ile ilgili düşündüklerimi hemen söyleyeyim: AKP'nin yüzde 48 oy alacağı tespitine inanmıyorum. Eğer bu doğruysa oy kullanacak iki seçmenden birinin tercihinin AKP olması gerekiyor. Ve bu kadar yer dolaştım, böyle çarpıcı bir durumla hiçbir yerde karşılaşmadım. Eş dost çevresinde, işyerinde, bindiğiniz taksilerde, oturduğunuz kahvelerde böyle çarpıcı büyüklükteki bir eğilimi elle tutabilir, gözle görebilirsiniz. Doğrusunu isterseniz ben göremiyorum. Üstelik sadece bana benzeyen insanlarla arkadaşlık da etmiyorum. Benim "beş benzemez" arkadaş çevremde bile böyle bir eğilim göremiyorum. Tarhan Erdem ciddiyetine inandığım bir araştırmacı. Ama sanırım ki ankette önemli bir hata var. Ya da ikinci büyük olasılık şu: Her zaman Türklerin, anket yapanlarla dalga geçtiklerine inanırım. Bana öyle geliyor ki bu anket için de aynı şey geçerli! Bu sıcakta eğlenecek şey arayan millet anketörlerle dalgasını geçmiş!"
5- Güneri Civaoğlu-Milliyet:
"Neredeyse kamuoyu araştırmalarına bakmaya "tövbe" edeceğim. KONDA'ya göre, AKP yüzde 48 oy alacakmış... Yani... Her iki seçmenden biri AKP'ye oy verecek öyle mi? Olacak şey değil. Geçiyorum, üzerinde bile durmuyorum."
6- Güngör Mengi-Vatan:
"KONDA'nın dün Tarhan Erdem tarafından açıklanan son anketinden haberdar olanlar başlarına 48 kiloluk balyoz yemiş gibi oldular. Çünkü Tarhan Erdem AKP oylarının yüzde 48'e dayandığını, CHP'nin ise yüzde 20'nin altında kaldığını söylüyordu. Bu iddia "Ya sayı saymayı bilmiyor ya dayak yememiş" sözünü hatırlattı. Yüzde 80 katılımlı bir seçimde AKP'nin bu kadar oy alması için bir önceki seçimde elde ettiği 10,8 milyon oyu 16,3 milyona yükseltmesi gerekecektir. Bu, 5 yıl önceki oyunu yarıdan daha fazla artırması demek oluyor. Böyle bir ihtimal var mı? Sokaktaki her iki kişiden biri AKP'li mi?"
7- Bilal Çetin-Vatan:
"Başbakan Erdoğan'ın ortaya koyduğu "Tek başına iktidar olmazsam siyaseti bırakırım" iddiası sanıldığı kadar kolay bir hedef değil. Bunun için barajı üç parti geçerse yüzde 38, dört parti geçerse yüzde 40 civarında oy alması gerekiyor AKP'nin. Alabilir mi? Teorik olarak elbette alabilir. Fakat, anketler her ne kadar iktidar partisinin oy oranını yüksek gösterse de 38'in üstünde bir oy oranına erişmek kolay değil."
8- Güler Kömürcü-Akşam:
"Çok sayıda "gerçek" (birilerininki gibi sipariş üretim yapmayan) uzmanla konuştum ki bu tahminlere ben de katılıyorum, buna göre; AKP'nin yeni dönemde yüzde 26-28 civarında(oy alacak) Bir avcı hikayesidir gidiyor; AKP yüzde 40 oy oranı ile patlama yapacak-MIŞ! Birileri, masa başında hazırlanmış sipariş seçim tahminlerini yanlış yönlendirmelerle kitleye dayatıyor. Seçimlerin hemen ardından, "hesap sorulacaklar" listenizi de hazırladınız mı? Benim listemin ilk sıralarında " bazı kamuoyu araştırma şirketleri" de yer alıyor. Bir kamuoyu araştırma şirketinin dün yayınladığı son duruma göre AKP yüzde 48 oy alacakmış. Peki almaz ise ne olacak? Halkı malum menfaatlerle yanlış yönlendiren-şartlanma yapan bu kamuoyu araştırma şirketlerine derhal "kanuni yaptırımda" bulunulması gerekmiyor mu?"
9- Yılmaz Özdil-Sabah:
Adı üstünde... "Hane halkı" anketi.
10- Haluk Şahin�Radikal :
"Allah Allah, bu hangi Türkiye ve hangi AKP idi acaba? Daha önce yazdığım 'Ben yüzde 43'lük bir hava göremiyorum' başlıklı yazımda da bu inanılmazlık duygusunu dile getirmiştim.
Şimdi Tarhan bey ona beş puan daha eklemiş, olmuş mu yüzde 48! Oysa ben de dere tepe dolaşıyorum, herkesle konuşuyorum, eski seçimlerden kalma izlenimlerimi gözden geçiriyorum. Hatta uyanmak için kendimi çimdikliyorum, ama bir şey değişmiyor. Hayır efendim, ben bırakın yüzde 48'i yüzde 43'lük bile bir hava görmüyorum! Bu konudaki sınama yöntemlerime ve sezgilerime güvenirim. Ben Türkiye'de şu anda yüzde 40'ı aşan bir siyasal blokun bulunduğunu sanmıyorum. Bence, AKP eğer geçen sefer aldığı oy oranını biraz dahi geçse kendisini başarılı saymalıdır. Yüzde 48 türü beklentilere girenler kendi hüsranlarının temelini atmış olurlar!"
11- Fatih Altaylı-Gazeteport:
"Tahmine bak çay demle "Ünlü araştırmacı" Tarhan Erdem, seçimlere üç kala yine bir araştırma yayınladı, millet de ciddiye aldı tartışıyor. Türkiye'de çok partili dönemde yüzde 48 veya üzerinde oy alan bir tek parti var. Menderes"in Demokrat Partisi. O seçimde de zaten 2 parti olduğu için birisinin yüzde 50'den fazla alması kaçınılmazdı. Sonra Demirel"in AP'si ve Ecevit"in CHP'si yüzde 45 civarında oylar aldılar. Bir daha böyle bir şey olmadı. Erdem'in tahminine göre ise yine bir mucize olacak ve Türkiye'de her iki kişiden biri AK Parti'ye oy verecek.
Bu verilere rağmen, Tarhan Erdem CHP'nin milletvekili sayısının 120'ye gerileyeceğini, AKP'nin ise 320 milletvekili çıkaracağını söylüyor. Bunu da anlamak mümkün değil. Eğer MHP barajı aşıyorsa ve bağımsızlar Meclis"e girecekse, burada en önemli kaybı CHP değil, AKP yaşar. Anlayacağınız Erdem"in müthiş tahminlerinin tutar tarafı yok. Ama Tarhan Erdem"de müthiş bir Baykal düşmanlığı var."
12- Sabahattin Önkibar-Yeniçağ:
"Parayı veren anketten çıkar! Tam bu noktada Tarhan Erdem"e soralım: Sayın Erdem sizin direkt veya endirekt bağınız olan şirketlerinizden biri iktidardan, örneğin Maliye Bakanından böyle bir iş aldı mı? Dün bize böyle bir duyum geldi.. Doğruluğunu-yanlışlığını zamanın kısalığı sebebiyle araştıramadım, bilmiyorum. Sizi de peşinen suçlamıyorum. Bize göndereceğin beyanı asıl kabul edip yayınlayacağız. İş aldın mı almadın mı cevap ver?"
13- İlhan Selçuk-Cumhuriyet "Sonunda iyi olacak!.. Medyamızın yayınlarına bakılırsa 22 Temmuz seçiminde AKP malı yine götürüyor... Oy oranı yüzde 40 mı?.. Yok canım... Yüzde 50"ye ramak kalmış... Peki, yüzde 91"i Amerika"ya karşı olan bir halkın yüzde 50"si Amerikan kuklası AKP"ye oy verebilir mi?.. Bu ilginç soruya yanıt için istihareye yatmak gerekiyor... İstihare nedir?.. Halk inanışına göre, bir işin içyüzünü rüyadan anlamak için, aptes alıp dua ettikten sonra, yatıp uyumaktır... İyi uykular!.. Türkler yine çıldıracaklar!.." 14- Mine Kırıkkanat-Vatan:
"Anketi duydum 'Oha' dedim Dün bir arkadaşım, son seçim anketine göre oy dağılımını bildirdi: AKP yüzde 47.9. Vallahi farkında bile olmadım, ağzımdan tek sözcük çıkmış: Oha! 'Çüş' de diyebilirdim. Ama beynim, sahtekârlığın bu kadar kalını, yalanın böyle hamı, soytarılığın bunca kabası, densiz ve yontulmamış kurnazlık karşısında, ancak insanoğlunun homurtularla konuştuğu bellek katmanında bulmuştu gerekli tepkiyi. Odun gibi, ağız dolusu, gırtlağımın tüm baslarını gerektiren bir 'oha'."
15- Can Ataklı-Vatan:
"AKP, 230'un da altında kalır. AKP ve yandaşı çevreler günlerdir bir 'yüzde 40' tutturdular. İçinde saygın isimlerin bulunduğu bazı araştırma kuruluşları da yaptıkları anketlerle bu oranı onayladıkları için kamuoyunda ciddi bir beklenti oluştu. ... Bir yandan anketlere dayanarak 'yüzde 40' oranı pompalanıyor, diğer taraftan toplama insanlarla hemen her yerde büyük kalabalıklar oluşturuluyor, öte yandan kentler sadece AKP bayraklarıyla donatılıyor. Sanki herkes AKP'li... ... Bir not daha vereyim: Göreceksiniz AKP 230'un da altında kalarak iktidardan iyice uzaklaşacaktır."
16- Necati Doğru-Vatan:
"Şimdi ne diyecek? ... 48 saat kala; 'AKP'nin yüzde 47.9'u bulduğunu, yüzde 50 sınırına dayandığını' ilan ediyorlar. Hitler'in propaganda bakanı Goebbels "Propagandada beyinlere her gün 1 cm. çivi çakacaksın, 40 günde 40 cm. girecek, girdiğini kimse hissetmeyecek, böylece yalan gerçek olacak" demişti. Hormonlu anketler! Goebbels'in çivisi! Seçmenin sandığa gitmesine iki gün kala; 'Seçimlerde oy verecek olan 42 milyon seçmenin yüzde 70'i, yani her 100 seçmenden 70'i, AKP'nin iktidar olacağını beklemektedir' yalanını paslı çivi gibi beyinlere çakıyor. Böylece belki de yüzde 30'ların altına inmiş AKP'yi son anda kararsızları etkilemek ya da karar verdiği partinin 'iktidar olacağı ihtimalini zayıf bulanları' oy sandığına gitmekten caydıracak etki yaratmaya çalışıyorlar. Yüzde 13'lük bir sapma yapacak kadar hormonlu bir anketi seçime 48 saat kala yayınlayarak seçmenin 'beynini Goebbels'in çivili tahtasına dönüştürmek isteyenlerin' bir sorumluluğu olması gerekir. Hapis demiyorum. Kınanmaları."
17- Hikmet Çetinkaya: Cumhuriyet:
"Soros'un çocukları ... AKP yüzde 48-50'yle tek başına iktidarmış 23 Temmuz sabahı... Bizim Soros'un çocukları yine övgüler düzüyor AKP'ye.... Tayyip bey değişmişmiş. Yüzde 48'le tek başına iktidara geleceği söylenen Tayyip bey neden bu kadar hırçın? Çünkü yüzde 48 değil... Yüzde 30'ların altına düşüyor.." kaynak: zaman |
23 Mart 2009 Pazartesi
Darbecinin Salağı Hiç Çekilmiyor!
sstirit@msn.com
Balbay yakalanıyor ve sorgulandıktan sonra serbest bırakılıyor.. ilk gözaltısını kasdediyorum evet.. sonrasında insan dikkat eder değil mi? nerde.. adam "gözaltı sonrasında yaptığı bir konuşmada tecrübeli bir 'abi'sine laf arasında günlüklerden bahsetti “Neyseki bizim günlükleri bulamadılar , bulsalar yanmıştık” dedi ve der demez de sözleri dinlemeye takıldı."
kolluk kuvvetleri başarılarını biraz da bu salaklara borçlu.. ilk gözaltında alınan bilgisayarı yüzlercesinin arasındaki yerini almışken kendi ayağına sıktığı kurşunla yeniden raflardan indirilip inceleniyor ve bingo..
ne diyelim insan darbecinin bile zekisini aramıyor değil.. hoş salak olmasalar darbeci de olmazlar, o da başka hikâye..
bu bilgiler Cüneyt Özdemir'in yazısına binaen burada yer aldı.
olmaazz.. one second..!
Taha Demir
tahademir@gmail.com
erdoğanın tarihî davos çıkışında söylenmedik söz, bakılmadık yön, irdelenmedik kare kaldı mı ki yeniden masaya yatırmaya ihtiyaç duyuluyor demeden önce veya deseniz bile..
dostun başa düşmanın ayağa baktığı söylenegelir.. o fotoğraftaki hamasette insanları başbakanın yüzündeki kızgın ama bir o kadar mağrur ifadeye yöneltmiş olmalı ki dile getireceğimiz hususları şimdiyedek dilegetirene rastlamadık. bu yazıda şeytanın gör dediğini görelim ve gösterelim..
başbakanın evrakını düzeltmekle meşgul olduğu dosyaya bir daha bakınız; mensubu olduğu partinin klasörü değil mi!? peki başbakan oraya partisini temsilen gitmiş değil ki.. bir ülkenin başbakanı olarak üst düzey bir toplantıda partisinin renk ve amblemini taşıyan mukavvanın ne işi var.. bilindiği üzere başbakanlığın ve dışişlerinin antetli klasör / dosyaları mevcut..
iki seçenek var.. ya uluslararası önemli bir toplantıda akıl almasa da partiyi öne çıkarmak; o mesajı vermek.. ki hiç tahmin etmeyiz bu basiretsizliğin düşünülebileceğini ya da sıklıkla olduğu üzre civardakilerin yeni bir işbilmezlik örneği.. tabii şu da var 'elemanlar' başbakanlığın veya dışişlerinin klasörünü sehven veya kasden yanlarına almamış olabilirler; hangisi olursa olsun sonuçta 'uygun' olmayan bir durum ortaya çıkmıştır. (bu basit seçenekler hiç unutulur mu ya da gözardı edilir mi diyenlere ihmalin nerelere varabileceğini göstermek adına başbakanın sağlık probleminde hastahane önünde aracın içinde dakikalarca nasıl kilitli kaldığını hatırlatmam sanırım yeterli olacaktır.)
bürokrat ve danışmanlar tam da bu iş için olmalı değil midir? birbirini küçük düşürücü, çelme takıcı, entrika çıkarıcı 'kişi'lerden bir takım ruhu doğabilir mi? devletin ve onun temsilcisinin pozisyonunu kuvvetlendirmek öncelikli görevleri olması gerekenler, kendi i(sti)kballerini sağlama almanın derdine düşmüşlerse bu tarz ofsaytların kaçınılmaz olduğu / olacağı açıktır.. herşeye rağmen o gün ve sonrasında peresten çok önce başbakanın "olmaz one minute" sözünü etrafındaki kişilere söylemesi gerekmez mi!? dışardan, muhaliflerinin önünü kesemediği başbakan acaba 'yakîn'leri aracılığıyla mı negatif nüfûz edilerek hataya sürükleniyor.. üzerinde düşünmesi gerekenler düşünsün..
yeri gelmişken belirteyim o gece bir kare daha dikkatlerden kaçmış olmalı.. düşünün bir nevi dünya sisteminin lordlarına kafa tutmuş ve "ne olacaksa olsun" edasındaki bir başbakan.. diğer tarafta "ne halt edeceğiz" duygusunda olan ve ısrarla başbakana yakın durmamaya gayret eden eşhas.. o fotoğrafı iyi çekip iyi okumalı.. çoğu kez haklı olarak eleştiriye tabii tuttuğumuz başbakanın gerçekte ne kadar yalnız ve fırsatını bulduklarında çelme takıcı tiplerle etrafının dolu olduğunu anlatır o fotoğraf.. teferruat bilâihtiyaç..!
meraklısına belirtelim ki aslında yukarıda analizini gerçekleştirdiğimiz fotoğraf günlerce yapılan tartışmaların yersizliğini de ortaya koymaktadır. başbakanın çıkışının baştan belirlendiği ve üzerinde çalışılmış bir stratejinin uzantısı olup olmadığı konuşulup durdu. bu fotoğraf bu işin 'belirlenmiş', 'kurgulanmış' olmadığının spontane / kendiliğinden geliştiğinin de kanıtı aslında.. malum 'büyükler'in konuşma materyalleri konuşmaları öncesinde ve sonrasında 'ilgililer'ce bırakılıp alınır.. normal akışın öyle olacağı varsayımından hareketle konuşma metinlerinin içine konacağı dosyanın ne olduğu konusunda en asgari tabirle 'özen' gösterilmemiş.. böyle olabileceği öngörülseydi hiç şüpheniz olmasın o dosyanın partiye ait olarak verilecek bir poz istenilir bir durum olmazdı; tabii akl-ı selîmce.. her ihtimali gözetmeye mecbur olan etrâfa, anlayacaklarını bilsek söz çok ama nietzsche'nin dediği gibi "o kulaklara uygun ağız değilim" ben..
22 Mart 2009 Pazar
SFENKS
Günümüzde hâlâ piramitleri "firavun mezarı" sanan bir çok cahil vardır. Sfenks'in de "insan başlı, aslan gövdeli" bir heykel olduğu sanılırdı...
Oysa kafanın bedene oransızlığı çok araştırmacıyı tedirgin etti ve bir kere, o kellenin, sanıldığı gibi firavun Thotmes'in kellesi olmadığı kanıtlandı.
Şimdi de, bedeninin bir aslan olmadığı kanıtlanmış bulunuyor!
Ünlü araştırmacı Robert Temple, konuyla ilgili yeni bir kitap yayınladı ("The Sphinx Mystery"), dilimize hemen tercüme edilecektir mutlaka...
Temple'i, "pyramid freaks" denilen manyaklarla, "hippi eskisi" Amerikan esrarkeşleriyle, LSD'yi çekip çekip "New Age uçuşuna" geçen serseri takımıyla karıştırmayınız, çok ciddi bir araştırmacıdır. Hani şu, Dogon kabilesinin göze görünmeyen Sirius B yıldızını tanıdığını anlatan adam...
Bu son eserinde, bir kere, Sfenks'in çevresindeki çukurun eskiden, çok eskiden su dolu olduğunu kanıtlıyor ve gene konuyla ilgili okuyucunun pek iyi hatırlayacağı "su erozyonu" muammasına da çözüm getiriyor.
İkincisi de, Sfenks'in hep sanıldığı gibi bir aslan heykeli olmayıp bir köpek heykeli olduğunu, daha doğrusu "çakal kafalı tanrı" Anubis'in heykeli olduğunu kanıtlıyor!
Gize platosunun ve yeraltı dünyasının koruyucusu, bekçisi Anubis...
Mısır'ı işgal eden Hiksos'lar ortalığı yakıp yıkarken heykelin kafasına da zarar vermişler ve ülkede birliği yeniden sağlayan yeni bir sülaleden bir firavun (Temple, bunun sanıldığı gibi Thotmes değil Amenemhet olduğunu da kanıtlıyor), heykeli tamir ettirip kumlarını da temizletirken, kırık kafanın yerine daha küçük boyutlarda kendi suretini yaptırmış...
21 Mart 2009 Cumartesi
EY SEÇMEN EY PARTİLER !!!
sstirit@msn.com
Son bir haftadır yaşadığınız sıkıntıların çözümünün aslında ne kadar kolay olduğunu anlatacağım size..
İçimi sızlatan acıklı halinize çözüm üretmek hiçte vazifem değilken bunu üstleniyorum..
YSK'nın hükûmet ve partilerin yapmadığı yolgöstericiliği bilâbedel ben yapıyorum..
Ne mi o?
Günlerce, saatlerce bekleyip alamadığınız, sinirlerinizin gerilip, mes'ullerin geçmiş ve geleceklerini yâdettiğiniz zamanlara aslında hiç gerek yokmuş..
Efendim, Allah kimseyi "kimlik bunalımı"na sokmasın..
Bakınız.. Ankara örneğinden hareketle seçmen ve partilere yol gösteriyorum.. başka yerde bulamazsınız.
Malum kimlik değişimi için muhtarlıklara gidip form dolduruluyor; sonra ver elini ikâmetgâhının bulunduğu nüfus müdürlüğü.. sonrası yaşayanların bir daha yaşamak istemeyecekleri, yaşamayanlara ise tavsiye etmeyeceğim tecrübelerle dolu..
peki ben lafı evelerken ne tür bir çözümle karşınıza çıkıyorum..
muhtarlıktaki foruma gerek yok.. başkaca bir formaliteye gerek yok..
1- sen lazımsın
2- eski nüfus cüzdanın (kağıdın /hüviyetin)
3- iki adet fotoğrafın gerek
hepsi bu kadar mı? evet..
bir de bir saatlik mesafedeki bir ilçeye giderek tebdil-i mekân eylemen gerekiyor..
beş-on saat/gün bekleyerek alamadığın kimliğin 5 dakikada hazır..
peki nasıl gideceğim.. bir sürü masraf demekte haklısın..
işte tam bu esnada siyasi partilerin devreye girmesi lazım..
sağa-sola, vara-yoğa, bilboarda, kağıda verecekleri parayla kıyaslanamayacak derecede az para harcayarak bu işi görebilirler ve tahmin edilemeyecek derecede memnuniyet ve oy olarak geri dönüş alırlar..
kafaları basmayan bu partilere de bir yol göstericilik yapalım da tiritten işler hanemize yazılsın bu da..
Efendiler.. siyasi partiyiz diye ortalıkta gezinen gafiller.. halka hizmet diye beynimizi yiyenler..
Alın size halk.. alın size hizmet.. çevirin krizi fırsata..
daha anlamadınsa senin de anlayacağın bir anlatımı benimseyeyim.. değil mi ki her şey halk için..
bakın nüfus müdürlükleri haftasonu dahil gece yarılarına kadar çalışıyor ve istisna tutulmamış.. o halde binlerce insanın bulunduğu nüfus müdürlüklerinin önüne her gün 10 otobüs çekersin bu insanları Ankara'nın bir saat mesafedeki 5-10 ilçesine götürürsün oradaki işlemleri de bir saat sürse tekrar alıp gelirsin bir kerede 500 vatandaşa kimlik aldırmış olursun böylece.. bu otobüsler iki sefer yapsa 10 otobüs 1000 kişinin kimlik almasını sağlar.. tabii benim 10 dediğime bakmayın 100 otobüs olduğunda ba sayı bir anda 10.000'e çıkmış olur.. bu şekilde kalan bir haftada 70.000 kişi yeni kimlik sahibi edilir. Bunu sakın azımsama sadece bir partinin bir il teşkiletının (hatta tek bir ilçe teşkilatı) yapabileceği basit bir operasyonla sağlayabileceği kazançtan bahsediyorum.. varın ülke genelinde yapıldığında ne olur.. tek bir kimlik değiştirmek isteyipte değiştiremeyen kalır mı.. düşünebilen düşünsün..
Hatta kimlik bedeli olan 3 lirayı da siz karşıladınız mı değme vatandaşın keyfine.. yeter ki beleş olsun.. işi görülüyor.. geziyor ve geri getiriliyor.. daha ne olsun.. bedava mezar bulsa yatar sözünü üreten bir kültürün fertleri için bundan daha kolay sempati toplamanın bir yolu var mı.. bu ücret abartılı gelmesin tuncelide bir eve verilen beyaz eşyanın parasal karşılığı tam bin kişinin kimlik ücretidir..
hem bu 'büyük' partilerin bahse konu ilçelerinde teşkilatları yok mu.. bu işi organize etmeyeceklerse neyi organize edecekler..
bunları teorik söylüyor değilim.. sırf bu işbilmezlere durumun böyle olduğunu gösterebilmek için bugün (cumartesi) saat 09:27'de ikâmetgâhım orası olmamasına rağmen Ankara'nın bir saat mesafedeki bir ilçesinde toplam 3 dakikada kimliğimi yeniledim. Gittiğimde memurlardan başka kimse yoktu..
bu seçim döneminin en anlamlı hizmeti de tiritten olsun.. benden söylemesi sizden yapması.. hiç kusura bakmayın otobüsünüzü de ben ayarlayacak değilim.. yine çözümü basit büyük problemlerde buluşmak dileğiyle.. Nasılsa birileri bizi sanki bilmiyormuşuz gibi her seferinde Türkiye'de yaşadığımızı hatırlatmaya devam edecek.. hem şair "Nerede tehlike varsa orada boy verir kurtaran da" dememiş mi.. 'Ey tiritten adam burda tehlikedekilerin biz olduğunu anladık; kendini kurtaran mı sayıyorsun' demeyeceğiniz için benim de söylecek sözüm olmaz :)
20 Mart 2009 Cuma
"12 VALİ İMAM-HATİP KÖKENLİ!"
sstirit@msn.com
20 Mart 2009 Saat 14:29 NTV'de Bekaroğlu canlı yayında Oğuz Haksever'in konuğu..
tam bu esnada son dakika haberi geliyor ekrana "İçişleri Bakanlığı : 12 Vali İmam-Hatip Kökenli"
Belli ki Soru Önergesi veya Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde istenmiş bir bilginin İçişleri Bakanlığı tarafından verilmesinden ibaret..
Bu haliyle bir problem yok.. fakat benzer bir bilgi mesela Kaç valinin "kolej" mezunu olduğu sorulsaydı ve bakanlık tarafından verilen cevap televizyonlarda canlı yayın esnasında "son dakika" haberi olarak kendisine yer bulabilir miydi. Üstelik ekranda 80 saniye boyunca kalabilir miydi?
Yakın geçmişte abudik-gübidik işler, haberlerden dolayı neler olduğunu bilince bu haber sıradan olmaktan çıkıp oldukça mânidar olmuyor mu!?
Şu "köken avcılığı"da baydı hani.. Yavrum sen kimsin ki milletin köküyle, kökeniyle ilgileniyorsun.. önce doğru dürüst habercilik yap.. bunu öğren.. kime efendilik taslayacağını bilmeden önce kimin kölesi olduğunu bil..!
"NE ESER NE DE SEMER"
"Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey: eseri;
Bir eşek göçtü mü, ondan da nihayet: semeri"
Atalar böyle buyurmuş, diye, binlerce alın,
Ne tehâlükle döker, döktüğü bîçâre teri!
Şu bekâ hırsına akıl erdiremem, bir türlü,
Sorsalar, bence, temâyüllerin en derbederi:
Hadi, toprakta silinmez bir izin var, ne çıkar,
Bağlı oldukça telâkkîye hakîkî değeri?
Dün, beyinlerde kıyâmet koparan "hikmet" i al,
Bugünün zevkine sor: beş para etmez ciğeri,
Gündüzün, başların sütünde gezen "şâh-eser" in,
Gece, şâyet arasan, mezbeledir belki yeri !
İsteyen almaya baksın boyunun ölçüsünü,
Geri dur sen ki, peşîmân, atılanlar ileri.
Bilirim: "Hep de semermiş!" diyecek istikbâl,
Tekmelerken su kabarmış sıra kümbeltiler.
O ne çok bilmiş adamdır ki: Gider sessizce,
Ne esermiş, ne semer, kimsenin olamaz haberi !
Gölgeler, Safahat, Yedinci Kitap, 1933 - 21 Mart 1346
***
tehâlük: İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.
telâkkî: Anlama, anlayış, kabul etme.
mezbele: çöplük
18 Mart 2009 Çarşamba
YSK Hâkimleri Türkçe Biliyorlar mı!?
298 sayılı Kanun'un ''Kimliğin tespiti'' başlıklı 87. maddesinde, 13 Mart 2008'de 5749 sayılı kanunla yapılan değişiklikle bu şart getirildi. Değişiklik sonrası ilgili madde, ''Sandık seçmen listesinde yazılı seçmenin kimliği, nüfus hüviyet cüzdanı veya kimlik tespiti amacıyla düzenlenmiş ve Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarasını taşıyan resmi belgelerle belirlenir'' hükmünü içeriyor. Aynı yasa ile oy kullanan seçmenin parmağının boyanması şartı da kaldırılmıştı.
şimdi biri bana söylesin "nüfus hüviyet cüzdanı veya" demek nüfua cüzdanı olmasa bile başkaca kimlik numarası yazılı belgelerle oy kullanılabileceğini göstermez mi; ancak ne kadar zorlanırsa zonlansın bu maddeden nüfus kağıtlarında kimlik numaralarının yazma şartını çıkartamaz.. illa kıllık yapılacaksa o zaman kanunda "cüzdan" kelimesi geçiyor.. tek parça bir kağıta cüzdan denilemeyeceğine göre o zaman hiç kimse oy kullanmamalı.!
Gelelim tükürdüğünü yalama işine..
Ey Aydın! daha dün aldığınız kararı esnetemeyeceğinizden, yasa gereği olduğu için istiyorlarsa Meclis'in kanunu değiştirmesi gerektiğini söylüyordun.. N'oldu yasa mı değişti ki kararı esnettin hem de erkekliğe b.k sürdürmemek için sözümona geri adım atmamış olmak adına yine insanlara işkence çektirecek bir yöntem buldunuz..
Açık ve net ol hani TC Kimlik numarası hüviyetlerinde yazmayanlar oy kullanamayacaktı.. siz kendinizi ne zannediyorsunuz.. bak sana söyleyim.. Gece yarılarına kadar işkence yaptığınız vatandaşlar kısaltmanız olan YSK yı Yüksek Seçim Kurulu olarak okumuyor.. Bağrı açılmamış argo kültürüne katkıda bulunduğunuz için bu halk size minnettar..
Kitaplardan
Münevver Ayaşlı, Dersaâdet, Bedir Yayınevi, 1975, İstanbul.
Dersaâdet... Güzel İstanbul'un füsunkâr isimlerinden biri... Daha nice adları var Dârulhilâfe, Der-âliye, Konstantiniyye, Âsitâne...
Bütün tabiî ve tarihî güzelliklerini tahrip ede ede bitiremediğimiz bu şehir bir zamanlar islâmların halifesi, Türklerin hâkânı ve Osmanlıların sultanı olan padişahların makarr-ı saltanatı idi. İstanbul dünyanın merkeziydi. Bir ucu Hint Okyanusu'na, diğer bir ucu Budapeşte'ye; Şimâli Ukrayna steplerine, Cenubu Habeşistan yaylalarına dayanan bir Devlet-i ebed-müddetin pâyitahtı idi.
Mâzinin debdebe ve dâratı şimdi tarih sahifelerinde, soluk albümlerin gravürlerinde kaldı. Onları dikkatle okur, itina ile gözden geçirirseniz o eski ihtişamlı devirlerin tantana ve gulgulesini işitir gibi olursunuz. Muzaffer ordular, yenilmez donanmalar, muhteşem selâmlık alayları, zafer topları ile gümbürdeyen ufuklar... Sokaklarda sarıklı, kavuklu Türkler ve İmparatorluğun bütün akvamından nümûneler...
Bugün o eski İstanbul'dan sadece câmiler, saray, çeşmeler vesâire kaldı. Konaklar, yalılar, bahçeli ahşap evler, kafesler, cumbalar, daracık sokaklar, yüksek duvarlar, yaşmaklı, ferâceli, çarşaflı hanımlar silindiler gittiler.
Piyer Loti'nin âşık olduğu eski İstanbul yok şimdi.
Kırık dökük hâtıralar kaldı. Bilenlerin, görenlerin, yaşayanların çoğu yazmadan göçüp gittiler.
Eserini sizlere takdim ettiğimiz Münevver Ayaşlı hanımefendi, İstanbul'u bilen, anlayan ve seven gerçek bir Osmanlı münevveridir.
nâşir: neşreden, yayan
makarr-ı saltanat: saltanat merkezi,hükümetin idare edildiği baş şehir.
pâyitaht: başkent, yüce divan, âli makam.
dârat: tantana, şan, gösteriş, çalım.
gulgule: gürültü, bağrışıp-çağrışma
kısa kısa manzara-i umûmî
003 Başbakan “Kusura bakmasınlar kredi kartının mağduru olmaz. Kredi kartı sebebiyle borçlananlar olur. Onlara da dürüst gözüyle bakmam. Fazlasını kullanma. Bunları bağışlayın, diyorlar. Alın teriyle kazananın hakkı ne olacak.” demiş.
Halkın çok hassas olduğu bir konuda ilginç bir demeç olmuş.. bu başbakan ilginç.. bu söz başını ağrıtacaklar listesine şimdiden girmiştir.
002 Doktor "Kansersin" Deyince Kalpten Öldü
Güler misin ağlar mısın, doktorlara psikoloji eğitimi mi verilmiyor, bu eğitimi uygulamayı mı bilmiyorlar..
001 Türkiye'de bir araştırmacının verdiği bilgiye göre litratüre geçmiş 13 bin oyun varmış..
Amma oynak milletmişiz; düğün olur oynar, asker olur oynar, sözleşme yapılır oynar, greve gider oynar, maçta oynar, tuttuğu parti seçim kazanır oynar, aracının radyosu oyun havası çalar, arabasını kenara çeker oynar; "oynak" deyince de kızar..
17 Mart 2009 Salı
YSK Kararı ya da Türk Yargı ve Bürokrasisi
Daha evvel üç defa teşebbüs edip muvaffak olamadığım kimliğime numara yazdırma hikâyesini konu edinmiştim. Serde kafaya takılan işin neticelenmesi var ya.. hazır gece 12:00 ye kadar nüfus müdürlüğünün açık olacağı bilgisi de varken ve devlet kurumundan o saatlerde 'resmi' hizmetin alım tecrübesini edinmek adına 19:57'de ilgili yerde olunur.
sabahki görüntüden zerre fark yok.. Ne numarotür çalışmaktadır ne de bilgi alınabilecek birileri vardır.. gömülmüş kafalar.. gerilmiş sinirler.. bulanıklaşmış zihinler.. Atmış bir kafayla direkt müdür odasına yönelinir.. Odanın önünde bu kez resmi kıyafetli polis durumdan vazife çıkartıp vatandaşı içeri sokmamak için 'artistik'ler yapmaya başladı. Açıkçası bu tiplere verebileceğim bir yüz yoktu.. hışmımı görmüş olacak ki çabasının nafile kalacağını anlayarak çekildi önümden..
Müdire hanımla konuşurken anlıyorum ki durum sanıldığının ötesinde ve çok vahim. Şu rakamlara özel dikkat lütfen.. dün 1000 kişinin üzerinde kimlik vermişler. Bugün ise 2400 kişiye numara verilmiş ve o an benim yanımda telefon açarak güncel bilgiyi öğrenmiş olduk.. 1473 kişi benden önce işlem yapılmasını bekliyordu; kapanmasına 4 saat kala.. o tablo karşısında söylenecek fazla birşey yoktu..
Esas bahsedeceğim konu ise bu örnek olayın hatırlattığı bürokrasinin hayattan kopuk kararlarıdır. Kaç kişinin tc kimlik numaralı nüfus cüzdanına sahip olmadığı bilinebilmektedir. Bir yargı organı için bu bilgiye ulaşmak çok daha kolaydır. Seçmen olma yeterliliğine sahip olup yeni kimlik çıkartması gerekenlerin sayısı da pekâlâ bilinebilir. Bu basit durum bilinebilir iken neden ufacık bir zahmete katlanılmaz örenmek için.. günah keçisne çevirdiğmiz siyasilere tepkimizi dile getirebileceğimiz sandı gibi bir mekanizma var.. ya yargı.. ya bürokrasi.. yaptıkları yanlışın hesabı nasıl sorulacak..
Anayasa Mahkemesi'nin, Danıştay'ın, Yargıtay'ın çifte standartlı, keyfi kararlarını düşünün.. ülke ekonomisi ve sosyal yapısına, istikrarına ve huzuruna olumsuz katkısını.. hep yargıya yapılan baskıdan yargının siyasallaşmasından bahsedildi.. tersi hiç sorgulanmadı.. yargının topluma yaptığı baskı, getrdiği yük ne olacak.. onulmaz yaraların hesaını kim verecek..
ben derim ki;
Yüksek yargı organlarınn mümtaz üyelerinin maaşları normal katsayıdan hesaplanmasın.. mesela borsaya endeklensin ya da başka ekonominin enstrümanına.. istikrar olduğunda ekonomi iyi gittiğinde adamların maaşı da doğru orantılı olarak artsın; verdikleri kararların da büyük katkısı olduğu istikrarsızlık dönemlerinde ise borsa nasıl düşüyorsa, onlar da bir bedel ödemiş olsunlar böylece.. kimbilir vicdanlarıyla karar vermesi gerekenler çoktandır unuttukları bu ilkeyi bu kez ceplerini düşünerek ait oldukları toplumun yararına karar almış olurlar..
evet yargının ticarileşmesi.. ekonomiyi gözeterek verecekleri kararların hukuki olmayacağını belirten itirazları duyar gibiyim.. çoktandır hukuk rayından çıkıp başka amaçların aracı haline geldiği için normal şartlarda haklı görülebilecek bu eleştiriler yersizdir.. Aldıkları kararlarla ülkenin kaderini etkileyenler siyasi parti kurduklarında neden teveccüh göremiyorlar.. Sahi siyasete atılan bir zamanların kudretlisi Özden'i hatırlayan var mı..?
KİMLİĞİ GEÇERSİZ SEÇMEN!
Seçimlere yirmi gün kala YSK oybirliğiyle T.C. Kimlik numaraları Nüfus cüzdanlarında yazılı olmayanların 'kesinlikle' oy kullanamayacakları kararını verdi.
Matbuatın bir kısmına göre on milyon, bir kısmına göreyse beş milyon kişinin nüfus cüzdanında kimlik numarası yazmıyormuş. Bunların kaçının seçmen olduğu ve net rakamın kaç olduğunu Türkiye'de gerçek 'araştırmacı-gazetecilik' olabilseydi, öğrenmiş olurduk.
Genelde çoğunluğun değil azınlığın içerisinde bulunan yazarınız da işlerini son güne bırakıp, bürokratik gerekleri ancak zorunlu olduğunda gerçekleştirdiğinden ve oy kullanmak istediğinden kaç zamandır uğraşıp duruyor, kimliğine numarasını işletebilmek için. (oy-moy kullanmayacağım bu nedenle kimlik değiştirmeme gerek yok diye düşünmeyin. Mesela Askerlik şubelerine işlem yapmak için gittiğinizde, işlerinizi yaptırmak şöyledursun içeri bile almıyorlar.. kimliğiniz olmadığından değil, üzerinde numarası yazmadığından.. Görünen o ki YSK'nın bu kararı içtihat oluşturup bütün kurumlar bu işi zorunlu hale getirecek)
Geçen hafta Perşembe günü muhtarlıktan kimlik değişim belgesi alınır. Daha önce herhangi bir evrak alındığında daha sormadan bedelini isteyen Muhtar bu kez sorulmasına rağmen asla ve kat'a ücret almadı. Bu eylemini anlamak için tekrar aday olduğunu hatırlatmamı okuyucuya saygısızlık saydığımdan bu işe girişmiyorum!
Perşembe saat 16:00 Mamak Nüfus Müdürlüğü.. Numaratöre basılır ve sizden önce 243 kişi var yazısı görülünce sesseizce çıkılır. Cumartesi günü zaplanan televizyonda YSK Başkanı görülür ve gayri ihtiyari kulak kabartılır. Nüfus müdürlüklerinin hafta sonu da çalışacağı bilgisi duyulunca Pazar günü sabahdan müdürlüğe gidilir, heyhat..
ve bugün (Salı) erken kalkan yol alırdan hareketle saat daha sekiz olmadan müdürlüğün önünde olunur. Bu dumura uğramak için yeterlidir. Zira sizden çok önce gelen yüzlerce ama yüzü gülmeyen insanları görünce doğal olarak anlarsınız durumu. kısmette bu da varmış. hastanede, postanede, bankada kısaca her yerde alıştığımız kalabalık sıra, curcuna işte burada da vardı..
Ülkem adına üzüleyim mi sevineyim mi karar veremedim. Koyunlara bile yapılmayan muamelenin çekildiği, gerçekte bunu hakeden halkın durumuna bakıp kederlensem mi yoksa farklı 'oyun'ları kendinden beklenmeyecek bir performansla çokça bozan 'oy'una sahip çıkmak adına zorunlu kılınan bu engeli aşmak için her türlü sıkıntıyı göze alıp demokrasi kuramına gözyaşartıcı katkısına bakıp gururlansam mı, bilemedim..
üçüncü kez gidip başarısız olunca ve haberlerde haftasonu dahil gece-gündüz çalışıp bu kimliklerin verileceği bilgisini duyunca merakla duvarlarda, camlarda, girişte 'duyuru' aradım durdum. bulanların arayanlar olduğu öğretildi bize.. tabii öncesinde her arayanın bulamadığı söylense de..
yazı bulamadık diye küsecek değiliz ya.. nasıl olsa yazıya itibar olunan bir ülkede yaşamıyoruz. bunu bilen idarecilikleri 'idare etmek'ten gelen adamlar da belli ki asmaya gerek duymamışlar.. bu böyle diye pes edecek değildim. hemen girişte sağlı-sollu camekanlı bölümde müracaat edebileceğim bir yer, adam aradım.. oradaki kalabalık içerisinde adam olmadığını muhatap olunca anlayacaktım. Her iki camekanda da "Müraacat Değildir" yazısı bir A4 kağıdının tamamını kaplamıştı. Gözümüze gözümüze sokulmak isteyen bu yazıya rağmen istersen soru sor.. Gariplik şu ki müraacatın olup-olmadığı varsa nedere olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktu. Bütün cesaretimi toplayıp. "Müracaat Olmayan" yerdeki adama 'Buraya bunu yazmışsınız ama müracaatın neresi olduğunu yazmadığınız için yine size müracaat etmek zorundayım' deyiverdim. Suratının hali, tavrı ve benim tepkim anlatılası değil.. bu mahlukların orada oturma gerekçeleri ne, eğer yardımcı olmayacaklarsa falan diye sormayacağım.. onları oraya oturtan mahlukların orada bulunuşlarını neye borçlularsa bu zibidilerde gücünü aynı yerden alıyor..
Çaresiz binbir güçlükle bankonun arkasında görev yapan memurlardan birine kimlik yenileme işlemleri saat kaça kadar devam edecek diye sorduğumda gece 23-00'e kadar cevabı karşısında afalladım.. şaka yapıyor sandım ama adam ciddiydi.. yine de sordum. 'Bu kalabalıktan bunalmanın etkisiyle espri mi yapıyorsunuz' dedim adam sakin bir tavırla 'Hayır gece geç saatlere kadar çalışıyoruz' dedi.. bilgi teyit edilmişti.
Şimdi bu bilgi girişe, herkesin görebileceği bir yere asılsa o izdiham yaşanır mı? benim gibi onlarca kişi beklemek yerine geç saatlerde gitmeyi tercih etmez mi? Nüfus müdürüne bunları söyleyim, duyuru asmalarını sağlayım diye kapısının önüne kadar gittim. Sonra vazgeçtim.. bu basit durumu göremeyen, tedbirini alamayan nodullamayla, dürterek iş yapan adama ayıracak zamanım olamazdı.. kendimi ona gösterip, benimle konuşma şerefinden onu mahrum ettiğim için hiçte üzgün değilim, merak eden varsa bildireyim. "Hepinizin ...." deyip hızla ayrıldım oradan..
16 Mart 2009 Pazartesi
Domalan'da Seçim !!!
13 Mart 2009 Cuma
geç buldum çabuk kaybettim hicran oldu hayat bana
brkdnzkdr@hotmail.com
Lakin birliktelik (Okuyucuyla birliktelik: Emin değilim ama yazan ile okuyan arasında az buçuk pornografik bir teşhir güdüsü/dürtüsü vardır. Yazan okunmak, okuyan okuduğunu belirtmek ister ve yazının altında o son derece önemli ve hayati düşüncelerini aktarması için açılmış kutucuğa yaradanın kendisine verdiği beyin hücrelerinden olduğu kadarını değil de çalıştırabildiği kadarını kullanarak yorumunu döşer. Bu durumu eskiden kahvede, kıraathanede, otobüste, durakta, kantinde, bilimum sosyal yığınların peydahlandığı yerlerde elindeki ya da yanındakinin elindeki gazeteye bakınıp yanındaki adama, tanısın tanımasın, haberle ilgili bir iki şey söyleme ihtiyacı biçiminde cereyan eden sosyolojik pratiğe benzetebiliriz ki bendenizin biricik eğlence kaynaklarından biri de bu yorumlardır) evet birliktelik kısa süre sonra uzun bir es verecek ve devamında süregidecek belkide.
Bilim Sahtekarlığı üzerine Ahmet İnam makalesi
Ahmet İnam'ın makalesi
Bilimi geniş anlamıyla alır, tarihini oldukça gerilere götürürsek, bilimdeki sahteciliğin bilebildiğimizi sandığımız ilk örneklerinden biri olarak Hipparkhos’u anabiliriz (M.Ö. 2. yüzyıl).
Bilimdeki sahteciliğin belgelenmesinde türlü zorluklar var. Hele çok eski dönemler için ancak tahminde bulunabiliyoruz. Hipparkhos’un Babilliler’den aldığı yıldız gözlem raporlarını kendine mâl ettiği savı vardır (Bilimdeki sahteciliğin örnekleri için, örneğin, W. Broad ve N. Wade’in “Betrayers of the Truth” adlı kitabına bakılabilir,
Simon and Schuster, New York, 1982). Ardından sahtecilik savları sürüp gidiyor: M.S. 2. yüzyılda Batlamyus (Ptolomy) yapmadığı astronomik ölçümleri yaptığını söylemiş. 17. yüzyılda Galileo Galilei deney sonuçlarını abartmış. Newton, Principia’sındaki savları güçlendirmek için, kullandığı verileri çarpıtmış. Ünlü matematikçi Johann Bernoulli 1738’de oğlunun keşfi olan Bernoulli denklemlerini ondan önce yayınlayarak sahiplenmeye kalkmış.
John Dalton 1804-1805 yılları arasında şimdi tekrar edilemeyen, büyük bir olasılıkla da dediği gibi gerçekleştirmediği deneylerin raporlarını yazmış. 1865’te genetik biliminin kurucularından Gregor Mendel, doğru olduğundan kuşku duyulan, teoriye “çok” uygun istatiksel sonuçlar yayınlamış. 1909’da Amerikalı kâşif Peary, ulaştığını söylediği kuzey kutbunun ancak yüzlerce mil uzağında bir yerlere gelebilmiş. Nobel ödülü sahibi Amerikalı fizikçi Robert Millikan, 1910-1913 yıllan arasında laboratuarındaki deney sonuçlarının ancak işine gelen kısımlarını yayınlamış (oldukça düşündürücü bu konu için bkz. The Scientific Imagination: Case Studies, G. Halton, Cambridge University Press, New York, 1978, s. 25-83)... Örnekler çoğaltılabilir.
NASIL VE NEDEN?
Nasıl yapılıyor bilimde sahtecilik? Neden yapılıyor? Bilimle sahtecilik bağdaşır mı? Bilim sahteciliğinden ahlâksal, siyasal, giderek insanın bilgisiyle olan ilişkisi açısından ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?
Burada, hemen bilimdışı şarlatanlıkla, bilim içi sahtecilik arasındaki ayırımı vurgulamak gerekiyor (Ayrıca, bilime alternatif olduğu savlanan çalışmalar da vardır. Platon, Aristo, bugünkü bilim anlayışından biraz farklı görüşlere sahiptir. Goethe’nin renk kuramı, 19. yüzyılda ortaya çıkan Politik Tıp, Politik Psikoloji, kadınlar için bilim, toplumsal doğa bilimi gibi çalışmaları bilimin “alternatifleri” arasında sayan düşünürleri unutmayalım.
Bkz. Gernot Bohme, Alternativen der Wissensehaft, Suhrkamp Verlag, Frankfurt Main, 1980). Bilim olma savındaki astroloji, büyücülük gibi alanlarla, bilimin, bilim topluluklarının ve bilim kurumlarının dışında kalmış, kendilerini bu topluluk ve kurumlara kabul ettirmeye çalışan, bu amaçla gözlem verilerini, kuramsal ilkeleri kendi hedeflerine ulaşmak için yorumlayan kişi ve topluluklardan ayrı olarak bilimdeki sahteciler, bilim topluluklarının içinde yaşarlar. Araştırmacı, bilim adamı, kuramcıdırlar.
Özellikle gözlem sonuçlarını elde edip yayınlamada, deneyler kurup, sonuçlara ulaşmada sahtecilik yaparlar. Verileri çarpıtırlar, çalarlar, yok ederler, uydururlar. Yapmadıkları deneyleri, gözlemleri yapmış gibi gösterirler. Şöyle bir göz attıkları kitapları, makaleleri okuduklarını ileri sürerler. Teorik çalışmalar çalınabilir (intihal, plagiarism). Kimi zaman sahtecilik “iyi niyetle”, “bilmeden de” yapılmış olabilir. İnsanda görmek istediğini görüverme özelliği vardır. İnsan kendini kimi zaman kolayca aldatıverir.
Bilimdeki bir araştırıcı hem kendini hem üyesi olduğu topluluğu, kurumu bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeden neden kandırır?
Bu sorunun yanıtı hem bilim tarihinin yeni bir gözle gözden geçirilmesini hem de bilim sosyolojisi, antropolojisi, politikası, ekonomisi, ideolojisi, felsefesi gibi farklı alanlarda oldukça ayrıntılı çalışmalar yapmayı gerektirir.
Burada sezgisel düzeyde kalarak, konuyu anlamaya, yorumlamaya çabalayacağım.
1. İnsanın ruhsal yapısından gelen zayıflıklardan başlayalım. Hakîkat araştırması sabır ve fedakârlık ister, cesareti, direnmeyi gerektirir. Sabırsız, tembel, korkak, tez elden ün edinme peşinde, hırslı, kibirli, sığ, dikkatsiz, özeleştiri gücünden yoksun, sağlıklı kuşkuculuğa dayanmayan kişilerin aldanma ve aldatma eğilimleri zaman zaman ön plana çıkabilir.
2. Araştırma sırasında sosyo-psikolojik, politik, ekonomik, ideolojik baskılar olguların kavranışını, algılanışını olumsuz etkileyebilir.
3. Bilimsel araştırmaları destekleyen kurumların beklentileri, araştırma sonuçlarının denetlenmesinin, deneyleri tekrar edebilmenin zorlukları, bilimsel dergilerdeki hakemlik sistemlerinin sağlıklı işlemeyişi, giderek incelenen, dallanıp budaklanan çalışma alanlarındaki araştırmaların sağlıklı yansıtılıp yansıtılmadığının anlaşılmasını güçlendirici bir yığın etmen sahteciliği önlemede karşımıza çıkan zorlukların bazılarını oluşturuyor.
Yazıyı Haber 7'den aldım, onlarda Mostar Dergisi - Sayı: 48'den almış..
Banılamayanlardansanız..
Taha Demir
tahademir@gmail.com
Neden TiяiT Nedir TiяiT..
sorularına başlangıçta cevap vermemiz beklenilirdi; yerleşik teamüllere göre.. fikri ve ameli noktada ikiliği kendine yakıştırmayan tersi-yüzü-düzü bir olan bir platformu; biz şunları yapacağız diye tanıtıp her seferinde o dediklerinden ayrı yerlere düşenler gibi davranamazdık, yapamazdık.. yapmadık da..
istedik ki ortaya çıkan ürünlerle, yapacağız dediklerimizle değil, yaptıklarımızla nemenem bir şey olduğumuz bizim takdimimizden bağımsız takdir edilsin..
cafesiyasetin sürükleyici, ses getirici, gündem belirleyici yazarı Mehmet Natık hem yeni hem de bütün yazılarıyla aramızda.. şöyle desek daha doğru olur.. bir yerde durup bir yere gelen yok.. giden yok.. küpün küpten bağımsız içindekileri saklayabilecek zamanlar doldu.. yıllarca başkası söylesin, eylesin ki biz de memnun olalım "işte bu" diyebilelim istedik.. maalesef kumaşı bildiğimizden dolayı hayal kurmadık; bu nedenle bir hayalkırıklığı da bahse konu edilemez.. Mehmet Natık'ın izlenimlerini izlemenizi isterim.. olan biteni olup bitmeden ve olacak-biteceğe dair bir izlek istiyorsanız..
yeni TiяiTçiler geliyor..
herkesin ciddi ciddi efelendiği, ciddi isimler altında ismiyle orantısız işler yaptığı vasatta biz de sade suya TiяiT diyerek neşeli olup dalgamıza bakalım dimi.. bu seferde ismiyle müsemma olmayan bir şey oluversin..
kadirusun deşerek, eşerek, derinleştirerek yazıları yakında..
kupavalenin şairane yüreğinden çıkan mısra ve nesirleri yüreğimizi kavrayacak..
beyazıtın edebi yazıları ve sarsıcı imgesel yönelimleri bizi de seferine ortak edecek..
Muhammedin İzinde, onun izniyle kışta vişne, yazda çağla yiyeceğiz..
Bir canımız feylesofumuz bildiklerimizin yanlışlığını, yanlaşların doğrusunu gösterecek bize..
burak basından seçmeleri beğenimize sunacak..
vee..
tek başına bir ordu o.. işin uzmanından tekmili birden işle(me)yen devlet, devletin işleyişini teknokratik yaklaşım taktisyen bakışla burada göreceksiniz..
TiяiTçiler.. bandıkça çoğalan bandıkça banasınızın geleceği bir TiяiT olacak ve bu uzak değil..
fikri zikri bir olanlara ihtiyaç varsa TiяiTte var olacak..
Biz başbakan biliyorduk meğer vatmanmış !!!
Taha Demir
tahademir@gmail.com
Size bir sorum olacak..
yalın.. sade ve sadece bir soru..
ehliyetsiz araç kullanırsanız ne olur..
motosiklet.. traktör.. otomobil.. kamyonet.. kamyon.. otobüs.. tır..
ne olacağı belli değil mi..
bunu çocuklar bile bilmez mi..
peki bu çocukların bildiği şeyin 'büyüklerce' uygulanması beklenmez mi..
heyhat..
neden bahsidiyorsun arkadaş oraya gel..
peki kısadan söyleyivereyim..
bir belediye başkanı araç parkına yeni katılan iş makinesini.. çöp kamyonunu.. otobüsünü.. tırını kullanıyor mu?
kullanıyor..
ehliyeti var mı..
yok..
ehliyetin var mı diye soran var mı..
o da yok..
en son başbakan YHT (Yüksek Hızlı Tren) kullanmış !!!
treni attığı tehlike bir yana.. trenin içindekileri de tehlikeye atmıyor mu.. eşinin orada ne işi var.. o da 'azıcık da ben kullanayım' demiş midir?
başbakan kullanabildiğine göre YHT'yi herkes kullanabilir mi..
bakın her Allah'ın günü bu toplumun.. bu ülkenin 'adam' olup-olmayacağı sorulur durulur.. yurdumun her metrekaresinde..
öteye gitmeye gerek yok..
bir babayiğit yetkisiz, ehliyetsiz işlerde gördüğü kişiyi unvanlarından bağımsız cezalandırabildiği zaman..
böyle bir babayiğit olabilir mi.. var mı.. olacak mı..
o babayiğiti yerler diyorsunuz değil mi..
ben de yenilebilmeyi göze alamayana babayiğit diyebilene şaşarım..
uçakta geçsin pilot olsun..
gemiye binsin kaptan olsun..
trene binsin makinist / vatman olsun..
bunların oyuncak olmadığını birileri başbakana söyler mi acaba.. ya da bunları söyleyebilecekleri başbakan yanında tutar mı..
bu kural dışı sıradan hareketler neden bizim kalibremize yakıştırılır.. gelişmiş denilen ülkelerde benzer görüntülere neden sıklıkla rastlanmıyor.. onlar daha az halk adamı oldukları için değil herhalde..
bu tarz 'çocukça' hareketlerden etkilenebilen halkım varsa onlara da selam olsun..
11 Mart 2009 Çarşamba
SON OSMANLI PADİŞAHI: '1. RECEP TAYYİP ERDOĞAN'
mehmetnatik1@gmail.com
Anadolu’da bir tabir vardır ve sufi geleneğinde bir ironiye vurgu yapar.
Bu ironi “Şeyh uçmaz müridi uçurur” darbı meselinde kendisini bulur.
İstanbul’da Başbakan’ın katıldığı bir törende açılan pankartta başlıktaki benzetme vardı.
Her zihinde farklı yorumlara yol açan bu ifade yaklaşan yerel seçimlerin de etkisiyle muhalefete yeni yeni kozlar verdi.
Bunun yanı sıra yazılı ve görüntülü medyaya da üzerinde konuşacakları ve iktidar partisi ve onun liderine de bu söylem üzerinden söz söyleyecekleri yeni bir malzeme teşkil etmiş oldu.
Bu pankartı açanların niyeti tartışılmaya değer; lakin ifadenin zihinlerde oluşturduğu heyula yeni ufuklara yelken açtı…
Bu pankarttaki sözlerin Başbakanın iç dünyasında nasıl bir etki yaptığını bizim tespit edebilmemiz zor …
Gaza gelmiş midir?
Valla öyle gaza gelecek bir havaya şu ana kadar rastlanmadı…
Seçim meydanlarında halka hitabında takip ettiği çizgi kelimeleri özenle seçerek gaza gelmediğini gösteriyor...Şanlı Urfa'da yaptığı konuşma bunun işaretlerini veriyor...
Ama muhalefetin gaza geldiği aşikar…
Tayyip Bey’de ilginç bir özellik var. Hakkında yapılan olumsuz her eleştiri garip bir şekilde olgunlaşarak devşirilen meyveye dönüşüyor…
Üslup farkı galiba efendim…
Söylediğinden veya hakkında kendisine muhabbet besleyenlerin söylediklerinden ziyade kendisine yöneltilen eleştirilerden beslenen bir damar var…
Her hal ve şartta söylenenler, yapılan eleştiriler hatta ve hatta hakarete varacak yakıştırmalar kazanç hanesinde bonus cinsinden görülüyor…
Bunu nasıl ifade etmek lazım kestirmek zor tabi ki…
Şeyh uçmuyor mürid onu uçuruyor ama siyasi muhalifler ön alma hususunda engel teşkil edelim derlerken koltuk olmaya devam ediyorlar…
Başbakan da Türk siyasi hayatının siyasi analistler ve yorumcuları tarafından kişilik çözümlemesi yapmakta zorlandıkları tavırlar sergilemeye devam ediyor…
Siyasi kariyerine ara ya da son vermek zorunda kalan Tansu Çiller hatırlardadır.
O da çözümlenmesi zor bir kişilikti…
Lakin adı son günlerde ağır abi Mehmet Ağar’ın Susurluk meselesi ile ilgili yargılama sürecinin başlamasıyla gündeme taşınınca sessiz sedasız okyanus ötesine gidiverdi…
Kulakları çınlasın.
Sırlarını kendine saklıyor.
Hatıralarında merakla beklenecek o kadar çok şey var ki…
Muhteremenin koca koca eski kulağı kesiklere nasıl kök söktürdüğünü cümle alem bilmektedir…İnanmazsanız Demirel’e sorun Çiller’den çektiğini deve dişi tabir edilen muhaliflerinden ve rakiplerinden çekmemiştir.
Allah’tan dört bir koldan bir 28 Şubat senaryosunu sahneye koydular da bertaraf ettiler kendilerini…
Eh ne de olsa usta güreşçinin genç ve cevval olana oynayacağı bir oyunu heybede her zaman saklı tutulur.
Çiller Erbakan Hocadan dönüşüm deyip başbakanlığı talep ettiğinde alabilseydi eğer siz o zaman görecektiniz ortalığı…
Tecrübesizliğin kurbanı olarak yapacakları içinde bir ukde olarak kaldı gitti… Tansu Hanım siyasete girer girmez kendisini Bakan ve başbakan olarak bulduğu için analiz için alan bırakmadı…
Devlet yönetiminde tecrübesizliği Başbakan olmasına ve devlet geleneğinde uyulması gerekenler diye ifade edilen bir takım kurallara aykırı davranmasına engel teşkil etmedi…
Kendisini sıra dışı kılan da bu idi…
Başbakanlığı döneminde siyaseten doğru ya da yanlış dengeleri sarsacak bir çok olayın altında imzası vardır…
Tayyip Bey’in farklılığı çekirdekten siyasetçi olmasıdır kendi deyimiyle…
Davos sonrası Monşer tabiri ile getirdiği eleştirilerin ihtiva eden çıkışı bunun bariz bir göstergesidir…
Süregelen devlet, devlet adamı, diplomasi ve yönetim algısına farklı bir bakış getirmiştir...
Sadece bu değil…
Attığı her adım önceden kestirilemeyen ve siyasi yorumcuların ve analistlerin bir sonraki adımını da nasıl atacağını kestiremedikleri bir tarz…
Öyle ki bu tarz genellikle siyasi rakiplerini strateji geliştirmekte ve karşı fikir geliştirmekte akim kılıyor…
Bu sebeptendir ki hakkında söylenenler ve kendi söylediklerine siyasi rakiplerinin verdikleri cevaplar onu zor durumda bırakmaktan ziyade onu daha güçlü kılmaktadır…
Dolayısıyla siyasi tarz ve tutumu bir şekilde oya ve kazanca dönüşüyor…
İşin ilginç tarafı Ak Partinin siyasi hayatımıza girmesi ve bir kitle hareketi gibi görülmesi bile bu durumu değiştirmiyor…
Bu koca geminin bir tek kişi tarafından ilk günlerde pupa yelken açıp bugün de aynı şekilde yol alması dikkatlerden kaçmıyor…
Bu durum bir çoklarına göre lider sultası olarak görülse de farklı bir açıdan bakıldığında kadronun liderine ayak uyduramaması olarak da değerlendirilebilir…
Kabinesinde çok fazla değişiklik yapmasa da yola ilk çıkıldığında beraber olunan kadronun eski ilk kadro olmadığı aşikar…
Bunun en bariz göstergesi ise adeta tek kişilik bir ordu gibi seçim arefesinde meydanlarda boy göstermesi ve her gittiği yerde içinde yaşadığımız onca sıkıntı ve krize rağmen halkın
teveccühüne mahzar olmasıdır…
İlginç özelliklere sahip bir ülkeyiz vesselam…
Doğal ve kendiliğinden; hergün heyecan her gün heyecan...
Yeni deyimle adrenalin!!!
Halkın teveccühüne mazhariyet seçim sonrası nasıl tecelli edecek?
Bir fikriniz var mı???