Taha Demir
tahademir@gmail.com
Bu yazı ilhamını, (yazı niye ilhamla yanyana anılır ki.. şâir misin be kardeşim!..) eşzamanlı iki ropörtajdan ve bir yazıdan almış olup bende oluşturdukları çağrışımlar aşağıdadır.
Üç Yazı Bir Yorum
8 Mart 2009 pazar günü Vatan Gazetesinde Sanem Altan'ın (Çetin Altanın torunu ama hangi çocuğunun kızı bilemedim !) sâbık müşâvir Ahmet Tezcan'la gerçekleştirdiği ropörtaj yayınlandı. Bir bilimci edâsıyla sosyal-psikolojik bir incelemeden medet umacak değilim; hem buna değecek bir durum olmadığından hem de mezkûr kişi ve türevlerinin yüzeyselliğiyle onlara dair söyleneceklerin 'yüzeysel' bir bakışın ötesini haketmediklerinden.. ancak hemen görülüvermeyen satır-aralarında gezmeye de mâni olmamak lazım..
Güçlerini, güçlü oluşlarından ve duruşlarından almayan, kendi dışlarındaki "güce" âit olmaklıkla ancak güçlü olabilen bu "tipler" bir şekilde sahip oldukları (gerçekte sahip kılındıkları) güçten ayrıldıklarında mercimekten nimet sayıldıkları günleri anlatırken bir sürü herzeyle de iştigal ettiklerini anlarız aslında..
Meğer "başbakıcı tyyp" (tyyp: türkiye yeyip-yutucular politbürosu & türkiye yetim yoksul partisi) [Bu şekliyle kavramlaştırma ve markalaştırma tarafıma aittir meşrebinize göre dilediğinizi kullanabilirsiniz; telif hakkına saygı gösterecek değilsin nasıl olsa, tepe tepe kullanın ey ahali] ne çalışkan, ne duygusal, ne merhametli, ne 'çapkın' adammış!. bunları anladıkta eniştem beni niye ve neden bu zamanda öpüyor..
Herhangi bir söylem, söylenti, eylem gerçekte neyi aktardığında değil; bunları gerçekleştirirken neyi gizlemiş olduğuna bakılarak anlaşılır; analitik bir analizi yedeğe almak kaydıyla..
Tezcan, Beki'den önce ikibuçuk yıl basın müşavirliği yapmış (NA'nın Beki ile gerçekleştirdiği ve bir güne sığmayan ropörtajının aynı gün çıkması da ilgiye ve tetkike muhtaç; bu arada Beki'nin de üç buçuk yıl görev yapıp ayrıldığını düşünürsek, bu buçuk hikayesi de başka irtibatları hakedebilir.. iki 'buçuk/yarım' toplanınca bir tam eder malum.. )
Tezcan Ropörtajı
Önce Tezcan'ın ropörtajıyla başlayalım:
Çetin Altan sıklıkla "önemli/değerli" ayrımını vurgular.. "önemlilerin değersiz, değerlilerin önemsiz olduğu" bir tasavvur.. maalesef ki ülkemiz için 'cuk' oturan bir saptama.. ropörtaj bittiğinde anlıyorsunuz ki "içerden" bir adamın sözümona "dışardan" bir duruşla verdiği bilgilerle karşı-karşıyayız. Kimi sorularda ise 'sen ne sorarsan sor; ben söyleyeceğimi söylerim' edâsı fazlasıyla mevcut. yer yer ne kadar kıvrak (dikkat kıvırıcı değil!) ne kadar dobra ve işbitirici olduğunu anlamamızı isteyen, bunu aralara serpiştiren bir strateji..
Mükâlemenin başında yapılan işin zorluğunu değerlendirmeyi isteyen soru karşısında başbakıcının ne kadar çalışkan olduğunu, 5 yılda 15 yıl yaşlandığını anlıyoruz ama Tezcanın 58 ülkeye gittiğini de biliveriyoruz hiç yeri değilken.. çok ülke görmenin 'adamlık' niteliğine katkısından bahsetmiş olmalı birileri ki hemen araya sıkıştırıvermiş.. 'ben 58 ülke gördüm olum, sen ne gördün' soytarılığı çok kaba dahası 'köylüce'.. başbakıcının ne kadar takılmacı, şakacı bir adam olduğunu anlıyoruz, tabii bunu söylerken tezcan kendisinin ve algı düzeyi kendine yakın olanların düştükleri ofsaytı da ele veriyor: "Bazen öyle takılmalar yapar ki anlayamazsınız, ciddiye alır, bunalıma girersiniz. Sonra bir bakarsınız şakaymış. Görüntüsünün aksine çok duygusal ve merhametlidir" bir cümlede devrilen çam sayısını bulabildiniz mi? Adam hâlâ anlamamış, o kadar anlamamış ki başbakıcı ne takıldığında ne sonrasında o takılmanın niteliği ve bağlantılarını anlayamayacaklarını çok iyi bildiğinden "şaka" deyivermiş.. girdiği bunalımdan "şaka" deniliverince çıkmış; bunalımın sebebinin algı bozukluğu ve zekâ düzeyinden kaynaklandığını aman söylemeyin ki bunalımı sürekli hâle gelmesin.. burada dikkat çekici husus başbakıcının etrafının "algı özürlü" kişilerle çevrelendiğidir; kuşkusuz bu kuşatılmanın bizzat başbakıcı tarafından olduğu bilinmektedir. Bu durum 'algı özürlü' olmayan kimse bulamadığı için mi böyledir yoksa etrafının bunlarla dolu olması garip bir sadizmin tezahürü müdür? gördüğü çocuklara oynamaları için 'oyuncak' dağıtan başbakıcı kendisi için oyuncaksız oynayabileceği bir mekanizma olarak mı görmektedir bu zevâtı.. bu kısmını erbabına bırakıp devam edelim..
Başbakıcının il başkanı olduğu dönemlerde tanışmış 'tezcanlı' adam.. ilk olarak Erbakan'ın yemeğinde görmüş.. Nesinden etkilenmiş olabilir, tahmin edin bakalım.. fikirlerinden, projelerinden, nutkundan.. değil.. değil.. ya "Amma da yakışıklı adam, gencecik" tepki bu.. çap bu.. ne kadar kadınsı (!) bir etkileniş değil mi!? başbakıcının kadınlardan etkilenişini de az sonra okuyacaksınız.. niye hep (kba)ların etrafında bulunduğunu şimdi daha iyi anlıyabiliyoruz sanırım.. [bu arada "kba" yı 'kaba' diye okusan da, "kendini beğenen adamlar" diye okusan da olur, aynı kapıya çıkar.. hatta "kendini" yerine başbakıcıyı beğenenler yahut egoların kasdedildiği şekliyle de okusan ne yazar.. yine aynı kapı..]
Biz vefanın somutlaşmış halini ismin verildiği semt olarak bilirdik; meğerse öyle değilmiş.. Tezcan der ki: "O, vefanın somutlaşmış hâlidir" neyin vefası.. nikâhını kıydığı için mi bir vefa borcu var.. il başkanıyken teklif ettiği basın danışmanlığını kabul etmek yerine kanal7'nin haber müdürlüğünü tercih ederek 'sattığın' adamın bundan dolayı mı bir vefa borcu var, buralar bulanık bırakılmış.. sosyal tarih okuyucularının burada bir teşehhüt miktarı soluklanmalarında yarar var. Adamsızlığın çaresiz bıraktığı zamanlar vardır. Adam olmayanların "adam" sayıldığı zamanlarda bu acı kendisini fazlasıyla hissettirir; garibim başbakıcı ne yapsın o dönem "imam-hatipli" kaç tane gazeteci vardır tedavülde, görmüşken teklif edivermiş basın danışmanlığını.. niye illâ imam-hatipli basın danışmanı aramış olması da başka hikâye.. bizim eleman tabii marjinal partinin il başkanlığı gibi ileride cv sinde sıkıntı oluşturabilecek bir konum yerine kanal 7 müdürlüğünü kendisi için daha iyi bir atlama taşı görmüş olmalı.. aslında vefalı sözünü şöyle de anlamak pekâlâ mümkün bu bağlamda: "o kadar hıyarlık ettik adam bizi yine de görüp görebileceğim en üst makama getirdi, helal olsun" tabii Tezcan'a göre başbakıcının başına her ne geliyorsa bu vefalı oluşundan geliyomuş yaklaşımını da es geçmeyelim. Diyesi o ki; aldı beni bir yere getirdi, benim yüzümden bir sürü çorap örüldü, ayrılmama rağmen hâlâ pisliklerimi temizlemekle meşguller.. gerçekten ne vefâymış..
"babayı mı anneyi mi daha çok seviyon" tarzında 'abuk' bir soru yöneltir ropçu kadın. kendi beyanına göre 'patavatsız adam' abukluk sürecinde altta kalacak değildir ya! "Başbakan sizi sever mi" sorusuna kendisinin aslında niye sevilmesi gerektiğine kadar vardırır işi.. sevdiğini sanmakla başlayan tevazu kelimeler ilerledikçe böbürlenmeye varır. Başbakıcı elemanı niçin severmiş bir bakalım. Arkadaş dayanamayarak bir gün "Efendim Cemil Meriç'in bir sözü vardır, 'Hayır diyebilmek fazilettir' diyor. Gördüğüm kadarıyla siz bu faziletten yoksunsunuz" demiş.. sevgili halkım bu durumda ne der : "Al sana bir kaya..." lüzumsuzun biri, padişaha davul çalmasını bilip-bilmediğini sorduğunda "bilmiyorum niçin sordun" cevabı karşısında "babam da bilmez" der malum.. bu kayanın istinat edeceği yeri belirlemek de bize düşsün bu seferlik.. Eleman eğer bu formülasyon içerisinde ve bu tonda bu eylemi icra etmişse belli ki bugün bunları anlatabilmek için yapmış.. hayırlı olsun.. göğe değen başın umarım daha da yükselir de biz faniler de "beyinsiz" biriyle aynı arzda yaşama bahtsızlığından kurtuluruz böylece.. "... sus da adam sansınlar" bu tipler için söylenmemişse kimler için söylenmiş Allah aşkına.. bakın başbakıcı kimler seslenince nezaketsizlik olur deyip kendini durmak zorunda hissediyormuş.. yaşlı kadın, çocuk veee muhabir kızlar.. ilk ikisini anladık da muhabir kızlar da neyin nesi.. özellikle mi "kızlar" niçin kadınlar değil.. sadece muhabirler değil de "muhabir kızlar".. bunu söylediğinde başbakıcının bilhassa "kızlar"a zaafının olduğuanlamının çıkabileceğini bilir mi acep!? hiç sanmam.. lâfın nereye gideceğini bilmeyen bir adama basınla ilişkiler nasıl emanet edilebilir; bu kızlara olan zaafiyetten daha az affedilir bir durum mudur? ben medya yöneticisi olsam bugünden tezi yok başbakanlıktaki erkek muhabirlerin hepsini çekerim, bu da yetmez evli kadın muhabirleri de alırım; yerlerine güzel kızlardan bir demet olarak başbakıcıyı kırmayacak ve onun tarafından kırılmayacak kişileri gönderirim.. elde yoksa hemen arar bulurum.. İletişim Fakültelerinde mebzul miktarda olsa gerek.. hoş bunların "kızlık"ları noktasında Tezcan'a sormadan almam o da ayrı.. her işin mütehassısı başka malum.. Ropörtajın bir başka yerinde "Muhabirlerle arası çok iyidir Başbakan'ın. Çiçek atar ya konuşmalarında, muhabirlere doğru atar özellikle, kadın muhabirlere. Kıyamaz onlara" neyseki bu kez evreni genişletmiş, "kadınlar"a verilen özel önemin altı çizilmiş. tabi yine sorunun bununla ilgisinin olmadığını bilmem söylemeye gerek var mı?
Hiç alakası yokken ve ortada öyle bir soru yöneltilmemişken başbakıcının sofrada çok keyifli olduğunu, dar kapsamlı yemeklerde çok iyi olduğunu anlıyoruz.. bunları isteyen bir bakış yokken insan bunları niçin anlatır, ilginç değil mi? "dar yemek"teki iyilik zımnî bir kabulle kitlesel yemeklerde veya durumlarda performansının geriliğine de vurgu yapmaz mı? Böyle "yericiler" "övücüler" evlerden ırak! eleman bakın başbakıcıya neler söylemiş "Başbakan ve memuru olmadan konuşmak istiyorum" biz şimdi bunu niye bilmemiz gerekiyor ve gerçekte bunu söyleyerek ne söylemeye çalışıyor arkadaş hem de hiç yeri değilken, başta da söylediğim gibi sorularla ilgili değil; belli ki söyleyecekleri var ve bodoslama gidiyor..
Bakınız başkalarıyla arasındaki farkı ortaya koyarken ve ne kadar mâhir olduğunu bilmemizi isteyen şu cümleler kendilerine âit. "Bazıları 2 dakika diye girer yanına, yarım saatte çıkmazdı. Ben, 2 dakika, 3 dakika, 10 dakika derdim, dediğim kadar da sürerdi. '10 dakika görüşebilir miyiz?' dediğimde eline kağıt kalem alırdı, çünkü not tutacak, bir şey anlatacağım belli ki. 2 ya da 3 dakikayı ayakta dinlerdi. Bir kere '30 saniyeniz var mı?' dedim. '30 saniyede ne anlatabilirsin ki?' diye merak etti. 'Anlatırım efendim' dedim, bir cümle söyledim, operasyon yaptı. 30 saniyelik bir şeydi ama etkisi hâlâ sürüyor." başkalarının sözlerinde durmayıp kendisinin ne kadar dakik olduğunu, prensip sahibi olduğunu mu yoksa söyledikleri karşısında başbakıcının mutlaka not aldığını mı -zira hep önemli şeyler not alınır-, not alınası şeyler söylediğini mi analiz edelim.. Bu tersine olmaz mıydı.. sanki söz söyleyenle not alan yer değiştirmiş gibi.. dilerseniz biz işin başka yönüne bakalım.. şu "30 saniye" yönüne.. öyle kolay geçilebilecek bir durum değil.. analar ne yavrular doğuruyor görüyorsunuz değil mi.. kendinizle ne kadar hayıflansanız azdır.. koca bir ülkenin başındaki bakıcıya sen otuz saniyede meramını anlat ve o anlattıklarının etkisi hâlâ sürüyor olsun.. bravo.. şu göndermeler yok tabii.. başbakıcı öyle bir adam ki çok etkili bir operasyona sayemde imza atarken sözü hemen anladı anlaması 30 sn. sürmedi, bunu demiş olamaz değil mi o sözlerle.. şapkası olanlar çıkarabilirler.. peki peki külahı olanlarda çıkarsınlar.. şapkası olanlar saygıdan, külahı olanlarsa "külahıma anlat" sözünü haklılandırmak için yapsınlar bunu. (şapka/külah mevzuu uzun, bir ara hatırlatın da konuşalım!)
"etkinin sürmesi" size de "bin yıl sürecek" höykürmesini anımsattı mı..! ne adammış be otuz saniyede ortalığı kasıp-kavurmuş.. ipucu vermiş mi.. nerdee.. hak getire.. peki gizem katmış mı.. hem de nasıl.. peki be adam dediklerini anladık da bu son sözünün hitabı kime esas muhatabın kim onu anlamadığımız gibi anlamamız da mümkün gözükmüyor; bu sadece anlayış kabiliyetimizle ilgili olmasa gerek.. yoksa yoksa esas mesajın bizzat başbakıcıya mı, sanki öyle.. o otuz saniyede her ne anlattıysan ve o kişi her ne anladıysa ve o şey her ne ise hala etkisi devam ettiğine göre bu satırarasıyla kurduğun şifrenin decoderi belli ki sadece başbakıcı da ve açıkçası bu yöneliş pek masum gözükmüyor; hacmi küçük olsa da kokusunun büyük olduğu âşikâr.. Sözü burada Akif'e (Beki olan değil) bırakmakta fayda var: Nasihatım sana, herzeyle iştigali bırak! / Adamlığın yolu nerdeyse, bul da girmeye bak! / Adam mısın: ebediyen cihanda hürsün gez; / Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez. / Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün semere / Küfür savurma boyun eğdiğin semercilere..
Aslında epey öğretici de bir ropörtaj olmuş.. "her şeyden öte bir yerde yazmak istiyorum. Teklif henüz yok ayrıca neresi olduğu fark etmez" demiş beyefendi.. bununla acaba illa "yandaş medya şartı yok; "karşıdaş" medyaya da açığım mı demiş oluyor, değilse bir daha ki ropörtajında "teklif yok" diyerek acındırmaması için açık teklifte bulunuyorum 'Gel Tirit'te yaz' beğenilirsen devam ederiz; olmazsa el sıkışırız.. her ne kadar kovulmaya alışmışsan da seni kovacak değiliz ya! ropörtajından anlaşılmıyor ama yaptığın iş gereği azcık da olsa yol-yordam öğrenmiş, diplomasi ve maslahata ilişkin giriş düzeyinde dersler almışsındır.. anlarsın istenilmeyen yerde durmaman gerektiğini..
Bak bunları söylüyorum diye ağlama sakın.. ropörtaj içerisinde ağlamışsın; orada omzunu dayayacağın ropçu kadın olabilir ama ben sulugözlüleri sevmem; rasyonel eleştirilere vereceksen rasyonel cevaplar ver; ağlamak da ne oluyor.. hem başbakanlık koridorlarında efeler gibi yürüyen adama hiç yakışmıyor.
Hakkını yemeyelim Tezcanın içten gözükme çabalarını da bütünüyle dışlamak olmaz. yanında Ecevit'in ağladığını, bir dönem tasavvufla çok sık iştigal ettiğini, Dr. Hikmet Bey hapisteyken annesinin iki yıl kendilerinde misafir olduğunu, Hikmet Bey'in esas ismi olan Ali Hikmet'le baba tezcanın aynı ismi taşıdığını, babasının şoförü olduğu kamyonun torpido gözünde Said Nursi'nin eserlerini eksik etmeyip şiddetli bir komunizm karşıtı olduğu fakat bu karşıtlığın komunistlere olmadığını, bu ilişkinin çok insani yönünün sinematografik boyutu olması nedeniyle senaryolaştıracağı bilgisini hep bu ropörtaja borçluyuz, sağolsun bizi bu bilgilerden mahrum bırakmamış.
Diğer taraftan o kadar "özel" konumda bulundun hiç özel bilgi vermeyecek misin diye bekleyenlere küçük zuhuratlarda da bulunmuyor değil.. öğreniyoruz ki Ecevit hasta olduğunda çok sık bozulan aracının yerine iyi bir araç tahsisi için koruma amiri şimdi milletvekili olan Birgün, Ahmet beyi arıyor, o da başbakıcıya iletiyor.. müsteşarı by pass yapmak uzunca bir süredir moda oldu nasıl olsa.. Dinçer müsteşara hemen talimat gider, o da bakanlardan boşalacak araçlardan tahsis edeceğini söylemesi üzerine, sıfır mercedes siparişi verilmesi gerektiğini o zamana kadar geçici olarak kendi aracını özür beyanıyla beraber tahsis etmesi talimatını verir başbakıcı.. müşavirin müsteşardan kıymetli olduğunu, ilişkilerin nasıl kişiselleştiğini bilmem söylemeye gerek var mı? sadece bu da değil basın sözcülüğü müessesesinin de amiri konumunda bulunan Nabi Avcı istememesine rağmen Tezcan tarafından tesis edildiği gözümüze sokuluyor. hatta "Size rağmen yaptıracağım" demiş ve yaptırmış.. by pass ı sevdiği anlaşılan bir arkadaş..
Şimdi gözyaşarma sırası bizde..
"hicazdan başka makam tanımayan" kişinin ne bulunmaz hint kumaşı olduğunu, memleketin ne kadar ihtiyacı bulunduğu, zorla tutulduğu ve kaçmasın diye özel önlemler alındığını bilseniz vatan adına minnettar olup yaşarmaz mı gözleriniz! alın size 'makam sevici' olmadığının bir kanıtı daha. Müşavirliğin lağvedilmesini istediğinde başbakıcı kaçmak istediğini anlayıp bu isteğini geri çeviriyor.. bunun üzerine kaçmak mı istediniz diye soran ropçu kadına verdiği cevap literatüre girecek ve fedâkârlık timsali olacak nitelikte.. "Benim yabancı basınla karşılaştığım zaman doğru dürüst konuşabileceğim ingilizcem yok. Kendime yemek ısmarlarım ama yabancı bir gazeteciyle istediğim kıvamda konuşamam. Başbakanın tercümeli bir basın müşâviri olmamalı. Bu alil bir görüntü. Benim bir önemim yok ki. Bunu Türkiye Cumhuriyetine yakıştıramam." ey kâri.. yaşaran gözlerinden akanlar sicime dönüşmedi mi hâlâ.. bu ülkenin sırtı yere gelir mi? milletin en ufak makama tırmanmak için tırmalamadığı imkan kalmazken beyimiz elinin tersiyle ve ulvi saiklerle nasıl da örneklik oluşturuyor görüyorsun değil mi? hanım kızımız tabii o esnada ya nezaketten ya da bizler gibi gözleri dolduğundan şunu soramamış "bu yaklaşımı iki buçuk yıl görev yaptıktan sonra geliştirmek yerine teklif yapıldığında düşünseniz daha iyi oolmaz mıydı?" ya da "iki buçuk yıl önce ingilizceniz yemek ısmarlamanın (bakmayın ısmarlama demesine aslında sipariş demek istiyor olur o kadar ingilizce bilmiyor ama türkçe biliyor mu ki falan demeyin) ötesine geçiyordu da zamanla mı köreldi?" veya "o dönem ingilizce bilen kimse yoktu da bu zaman içerisinde mi yetişiverdi ki onlara bırakmak üzere hicaza gittiniz"
Başbakıcıyla aynı fotoğraf karesinde sıklıkla bulunmayışını, sürekli o kareye girmek isteyenlerin durumunu öyle makul anlatıyor ki kim demiş diplomasiden anlamıyor diye.. yeter ki işine gelsin.. "Başbakanın yanında çok görülüyor olmak, Başbakan'ın onu çok dinlediği anlamına gelmez. Yani kamuflaj malzemesi de olabilirsiniz" kandisini doku sairleri dolgu malzemesi gören bir bakış..
Başbakıcının bir görülen / bilinen bir de sadece 'bazıları'nın bildiği "başbakanın çok farklı danışmanları vardır. Değişik inanç ve görüşlerde olan insanları danışman olarak kullanır. Bunları kimse bilmez [bunu söyleyen 'kimselerden bir kimse' olmadığından bir de o bilir!] Onlara daha fazla itibar eder." bilinen ve ropörtajda kendine yer bulan isimlerse şunlar.. Egemen Bağış, Ömer Çelik, Cüneyd Zapsu.. her birinin türlü meziyetlerinden bahsetmiş.. hatta bir örneği var ki dünya çapında, diplomasi literatürünü zenginleştiren bir örneklik.. "Kofi Annan, Ömer içeri girdiği zaman 'Win-win' diyordu ona." bu ve benzeri 'kıvraklıklarından' dolayı olsa gerek Tezcana göre Çelik, ancak birden çok kalemde silinebilirmiş, bir kalemde silmek olmazmış; zira hızlı çözüm üreten yüksek bir zekâ imiş.. Annan'ın 'win-win' takılması yazının başlarındaki başbakıcının takılmalarına benzer olmasın.. yine takılmalar karşısında mahiyetini kavrayamadığı için 'bunalıma' giren bir algıyla karşı-karşıya bulunmuş olmayalım..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder